“Soyut” matematiğin içeriği
eninde sonunda maddi dünyadan türetilir. Matematiğin doğrularının
doğuştan gelen ya da vahiyle inen özel bir tür bilgi olduğu düşüncesi
ciddi bir sınavdan geçemez. Matematik gerçek dünyanın nicel ilişkilerini
inceler. Matematiğin aksiyomları denen şeyler bize apaçık şeyler olarak
görünür, çünkü bunlar gerçekliğe ilişkin uzun bir gözlem ve gerçeklik
hakkındaki deneyim döneminin ürünüdürler. Ne yazık ki bu olgu, kendi
“saf” konularının kaba maddi varlıklar dünyasıyla hiçbir ilişkisinin
olmadığı düşüncesine kapılan günümüzün birçok teorik matematikçisi
tarafından unutulmuş görünüyor. Bu durum işbölümünün en uç noktalara
kadar götürülmesinin olumsuz sonuçlarının bariz bir örneğidir.
Pythagoras’tan
bu yana, bilimlerin kraliçesi, evrenin bütün kapılarını açan sihirli
anahtar olarak tasvir edilen matematik adına en ölçüsüz iddialar ileri
sürülmüştür. Matematik, fiziksel dünyayla bütün bağlantısını kopararak,
kendi kurallarından başka hiçbir kurala tâbi olmayan tanrısal bir varlık
kazandığı göklerde süzülüyordu. Bu yüzden büyük matematikçi Henri
Poincaré bu yüzyılın başlarında, bilimin yasalarının gerçek dünyayla
hiçbir şekilde ilişkili olmadığını, yalnızca ilgili olgunun daha uygun
ve daha “yararlı” bir tanımını oluşturmaya mahsus keyfi teamülleri
temsil ettiğini iddia edebilmişti. Bazı teorik fizikçiler bugün açıkça,
kendi matematiksel modellerinin geçerliliğinin, deneysel olarak
kanıtlanabilir olmalarına değil denklemlerinin estetik özelliklerine
bağlı olduğunu ifade ediyorlar.
Matematik
teorileri bir yandan muazzam bir bilimsel ilerlemenin kaynağı olmuşken,
diğer yandan da son derece olumsuz sonuçlar barındırmış ve halen
barındırmakta olan sayısız hataların ve yanlış anlamaların kökenini
oluşturmuştur. Temel hata, doğanın karmaşık, dinamik ve çelişkili
işleyişinin, statik, derli toplu nicel formüllere indirgenmeye
çalışılmasıdır. Doğa, noktaların bir doğru, doğruların bir düzlem,
düzlemlerin bir küp, bir küre vb. haline geldiği tek boyutlu bir nokta
olarak biçimsel bir tarzda ifade edilir. Ne var ki “soyut” matematiğin
maddi nesnelerle ilişki kurarak kirletilmemiş mutlak düşünce olduğu
fikri gerçeklerden çok uzaktır. Ondalık sistemi mantıksal çıkarımlarımız
veya “özgür irademiz” nedeniyle değil, on tane parmağımız olduğu için
kullanırız. “Dijital” kelimesi parmaklar anlamına gelen Latince bir
kelimeden türer. Ve bugün bile bir öğrenci, soyut bir matematik
probleminin cevabını bulmadan önce, maddi bir sıranın altında gizlice
maddi parmaklarını sayar. Çocuk böyle yaparak bilinçsizce de olsa
aslında ilk insanların saymayı öğrendiği yolu takip etmektedir.
Matematiksel
soyutlamaların maddi kökenleri Aristoteles için bir sır değildi:
“Matematikçi” diye yazmıştı, “soyutlamaları araştırır. Ağırlık,
yoğunluk, sıcaklık vb. bütün duyusal nitelikleri eleyerek, geride sadece
nicel, sürekli (bir, iki veya üç boyutta) ve temel özelliklerini
bırakır.” Başka bir yerde şöyle der: “Matematiksel nesneler duyusal
(yani maddi) şeylerden ayrı olarak varolamazlar.” Ve “doğrulardan,
düzlemlerden ya da noktalardan oluşan hiçbir şey görmemekteyiz. Oysa
doğrular, düzlemler ve noktalar maddi tözler olsalardı, bunlardan oluşan
şeyler görmüş olmamız gerekirdi. Noktalar, doğrular ve düzlemler tanım
olarak cisimden önce gelebilirler ama bu nedenle töz olarak önce
gelmezler.”[1]
Matematiğin
gelişimi bütünüyle maddi insan ihtiyaçlarının sonucudur. İlk insan en
başta, tam da küçük bir çocuk gibi parmaklarıyla saydığı için sadece on
sayı sesine sahipti. Muhtemelen el parmakları gibi ayak parmaklarını da
saymaları yüzünden, onluk yerine yirmilik sayı sistemini kullanan Orta
Amerikalı Mayalar bir istisnaydı. Para ve özel mülkiyetin olmadığı basit
bir avcı-toplayıcı toplumda yaşayan atalarımızın büyük sayılara
ihtiyaçları yoktu. Ondan daha büyük bir sayıyı ifade etmek için,
parmaklarıyla bağıntılı olan on sesten bazılarını bir araya getirmişti.
Böylece, ondan bir fazlası, “bir-on” olarak ifade edilmişti (Latincede
“undecim” ve eski Cermencede “ein-lifon” olarak ifade edilen bu sayı
modern İngilizcede “eleven” haline gelmiştir). Beş ilâve dışında –yüz,
bin, milyon, milyar, trilyon– diğer bütün sayılar yalnızca orijinal on
sesin bir bileşimidirler.
Sayıların gerçek kökeni, 17. yüzyılın büyük materyalist İngiliz filozofu Thomas Hobbes tarafından kavranmıştı:
Ve
öyle görünüyor ki, bu sayı adlarının kullanılmadığı bir zaman vardı;
insanlar hesabını tutmak istedikleri şeyler için bir veya iki ellerinin
parmaklarına başvuruyorlardı; ve bu nedenle şu anki sayısal
kelimelerimiz, neredeyse her ulusta on üzerinden, bazılarında ise beş
üzerinden devam eder ve daha sonra tekrar başlarlar.[2]
Alfred Hooper şöyle açıklar:
Tam
da ilkel insan, parmakları kadar sayı-sesleri icat ettiğinden dolayı,
bugünkü sayı sistemimiz onluk bir sistem, yani on sayısına dayanan ve
ilk on temel sayı-sesinin biteviye tekrarından oluşan bir sistemdir...
Eğer insanlara on yerine on iki parmak verilmiş olsaydı, hiç şüphesiz on
ikilik bir sayı sistemine, yani on iki temel sayı-sesinin biteviye
tekrarından oluşan on ikiye dayanan bir sisteme sahip olurduk.[3]
Aslında
on ikilik sistem ondalık sistemle karşılaştırıldığında bazı avantajlara
sahiptir. On yalnızca iki ve beşe tam bölünebilirken, on iki sayısı
iki, üç, dört ve altıya tam bölünebilir.
Roma
rakamları parmakların resimsel tasviridirler. Muhtemelen beş için
kullanılan sembol baş parmakla diğer parmaklar arasındaki boşluğu ifade
ediyordu. “Calculate” [hesaplamak] sözcüğünü türettiğimiz “calculus”
[hesap] kelimesi Latince’de, bir abaküs üzerindeki taş boncukları sayma
yöntemiyle bağlantılı olarak “çakıl taşı” anlamına gelir. Bu ve bunun
gibi sayısız diğer örnekler matematiğin insan aklının özgür işleyişinden
doğmadığını, tersine uzunca bir toplumsal evrim, deneme yanılma, gözlem
ve deney sürecinin ürünü olduğunu ve görünüşte soyut karakterli bir
bilgi bütünü olarak tedricen ayrışmış olduğunu gösterir. Aynı şekilde
bugünkü ağırlık ve ölçü sistemlerimiz de maddi nesnelerden
türetilmiştir. İngiliz ölçü birimi “foot”un [ayak] kökeni besbelli
ortadadır, tıpkı İspanyolcada bir inç için kullanılan ve başparmak
anlamına gelen “pulgada” kelimesinde olduğu gibi. En temel matematik
sembolleri olan (+) ve (–)nin kökeninin matematikle hiçbir ilişkisi
yoktur. Bu işaretler, Ortaçağda tüccarlar tarafından ambardaki mal
miktarının fazlalığını veya noksanlığını hesaplamak için kullanılan
işaretlerdir.
Çeşitli unsurlardan kendilerini
korumak üzere konutlar inşa etme ihtiyacı, ilk insanları, uçları
birbirine tam denk gelecek şekilde odun kesmenin en iyi ve en pratik
yolunu bulmaya zorladı. Bu dik açının ve marangoz gönyelerinin keşfi
anlamına geliyordu. Toprak seviyesinde bir ev inşa etme ihtiyacı, Mısır
ve Roma mezarlarında resmedilen, tepesine bağlanmış bir iple bir
ikizkenar üçgen şeklinde birbirine birleştirilmiş üç tahta parçasından
oluşan bir çeşit taban terazisinin bulunmasına yol açtı. Bunun gibi
basit pratik aletler piramitlerin yapımında kullanıldı. Mısırlı rahipler
tamamen bu gibi pratik faaliyetlerden türeyen muazzam bir matematiksel
bilgi birikimine ulaştılar.
“Geometri”
kelimesinin tam da kendisi pratik kökenini ele verir. Tek anlamı
“yer-ölçüsü”dür. Yunanlıların erdemi bu keşifleri tamamlanmış bir teorik
ifadeye kavuşturmalarıydı. Bununla birlikte, teoremlerini mantıksal
çıkarımın saf ürünleri olarak sunmakla kendilerini ve gelecek kuşakları
yanıltıyorlardı. Matematik eninde sonunda maddi gerçeklikten türer,
zaten öyle olmasaydı tek bir uygulama alanına bile sahip olamazdı.
Pythagoras’ın bütün öğrenciler tarafından bilinen ünlü teoremi –bir dik
üçgende hipotenüsün karesi, diğer iki dik kenarın karelerinin toplamına
eşittir– bile Mısırlılar tarafından uygulamada hesaplanmıştı.
Matematikteki çelişkiler
Engels
ve ondan önce Hegel, matematikte bulunan sayısız çelişkiye işaret etti.
Matematikçilerin “yüce bilimleri” için öne sürdükleri kusursuzluk ve
neredeyse papa yanılmazlığı iddialarına rağmen bu hep böyleydi. Bu moda,
mistik bir Sayı anlayışını ve uyumlu evren fikrini taşıyan Pisagorcular
tarafından başlatıldı. Fakat çok geçmeden uyumlu ve düzenli
matematiksel evrenlerinin, çözümü onları çaresizliğe sürükleyen
çelişkilerle yüklü olduğunu keşfettiler. Örneğin bir karenin köşegeninin
uzunluğunu sayılarla ifade etmenin imkânsız olduğunu buldular.
Sonraki
Pisagorcular, iki sayısının karekökü gibi, sayılarla ifade edilemeyecek
birçok sayının olduğunu keşfettiler. Bu bir “irrasyonel sayı”dır. Fakat
ikinin karekökü bir kesir olarak ifade edilememesine rağmen, bir
üçgenin kenar uzunluğunun bulunmasına yarar. Bugünün matematiği,
evcilleşmeleri için harcanan bütün gayretlere rağmen hâlâ evcilleşmemiş,
ancak bir kez ne oldukları kabul edildiğinde değerli hizmetlerle
karşılık veren bu gibi garip hayvanların gerçek bir hayvanat bahçesidir.
Bu yüzden, hepsi garip ve çelişkili özellikler gösteren ve hepsi modern
bilim çalışmaları için vazgeçilmez olan irrasyonel, imajiner,
transendental ve sonluötesi sayılarımız vardır.*
Esrarengiz p
(pi) sayısı antik Yunanlılar tarafından iyi biliniyordu ve çocuklar
nesiller boyunca bu sayıyı, çemberin çevresi ile çapı arasındaki oran
olarak tanımlamayı öğrenmiştir. Gariptir ama onun gerçek değeri yine de
bulunamamaktadır. Arkhimedes onun ortalama değerini “tüketme” olarak
bilinen bir yöntemle hesapladı. Bu değer 3,14085 ve 3,14286 arasında bir
değerdi. Ancak eğer kesin değeri yazmayı denersek, garip bir sonuç elde
ederiz: p=3,14159265358979323846264338327950... ve sonsuza kadar gider. Bugün transendental bir sayı olarak bilinen pi (p)
bir dairenin çevresini bulmak için kesinlikle gereklidir, ancak
cebirsel bir denklemin çözümü olarak ifade edilemez. Bundan başka, hiç
de aritmetik bir rakam olmayan eksi birin (–1) karekökü vardır. Hiçbir
gerçel (reel) sayı kendisiyle çarpıldığında –1 sonucunu veremeyeceğinden
–çünkü iki eksinin çarpımı artı yapar– matematikçiler –1 sayısının
karekökünü “imajiner (hayali) sayı” olarak anarlar. En garip yaratık
olan bu sayı, adına rağmen hayal gücünün bir uydurması değildir.
Anti-Dühring’de Engels buna şöyle işaret eder:
Herhangi
bir şeyin karesinin negatif bir büyüklük olması bir çelişkidir, çünkü
kendisiyle çarpılan her negatif büyüklük pozitif bir kare verir. Öyleyse
eksi birin kare kökü sadece bir çelişki değil saçma bir çelişki, gerçek
bir saçmalıktır. Ama yine de birçok durumda <!--[if !vml]-->
<!--[endif]-->hatasız bir matematiksel işlemin zorunlu sonucudur. Dahası, <!--[if !vml]-->
<!--[endif]-->’le işlem yapılması yasaklansaydı, ister yüksek olsun ister basit, matematik ne hale gelirdi?[4]


Engels’in
kısa yorumu bugün daha da doğrudur. Artı ve eksinin bu çelişkili
bileşimi, kuantum mekaniğinde kesinlikle çok önemli bir rol oynar,
modern bilimin temeli olan bir sürü denklem bu sayıyı içerir.
Bu matematiğin şaşırtıcı çelişkiler barındırdığı tartışma götürmez. Hoffman bu hususta şunları söylemek zorunda kalmıştır:
Böylesi
bir formülün, katı deneyler dünyasıyla, yani fizik dünyasıyla herhangi
bir bağlantısının olması gerektiğine inanmak güçtür. Yeni fiziğin en
derin temelini oluşturacağı ve kendisinden öncekilere göre bilim ve
metafiziğin bağrına çok daha derin biçimde uzanacağı, bir zamanlar
dünyanın yuvarlak olduğu doktrini ne kadar inanılmaz göründüyse o kadar
inanılmazdır.[5]
Günümüzde
sözde “imajiner” sayıların kullanımı bir oldu bitti olarak kabul
edilmektedir. Eksi birin kare kökü, elektrik devrelerinin oluşturulması
gibi bir dizi zorunlu işlem alanlarında kullanılır. Sonluötesi sayılara
gelince, bu sayılara da uzay ve zamanın doğasını anlamak için gereksinim
duyulmaktadır. Modern bilim, ve özellikle kuantum mekaniği, niteliği
açıkça çelişkili olan matematiksel kavramları kullanmaksızın ayakta
kalamazdı. Kuantum mekaniğinin kurucularından biri olan Paul Dirac, a
çarpı b’nin b çarpı a ile aynı şey olduğunu ifade eden bayağı
matematiğin yasalarına meydan okuyan “Q” sayılarını keşfetti.
Sonsuz var mı?
Sonsuz
fikri kavranması zor bir fikir gibi görünür, çünkü ilk bakışta bütün
insani deneyimlerin ötesindedir. İnsan aklı sonlu düşüncelerde dile
getirilen sonlu şeyleri ele almaya alışmıştır. Her şeyin bir başlangıcı
ve sonu olduğu düşüncesi alışılmış bir düşüncedir. Fakat alışılmış olan
mutlaka doğru değildir. Matematiksel düşünce tarihi bu konuda son derece
öğretici bazı derslerle doludur. En azından Avrupa’daki matematikçiler,
uzun süre sonsuzluk kavramını zihinlerden uzaklaştırmaya çalıştılar. Bu
uğraşların nedeni yeterince açıktır. Sonsuzluğu kavramsallaştırmanın
açık zorluğundan başka, saf matematiksel terimlerle sonsuzluk bir
çelişki içerir. Matematik belirli büyüklükleri ele alır. Sonsuzluk ise
doğası gereği sayılamaz ya da ölçülemez. Bunun anlamı, ikisi arasında
gerçek bir çatışma olduğudur. Bundan ötürü antik Yunanın büyük
matematikçileri sonsuzluktan vebadan kaçar gibi kaçmışlardır. Buna
rağmen insanoğlu felsefenin başlangıcından beri sonsuzluk hakkında
spekülasyonlarda bulunmuştur. Anaksimandros (İ.Ö. 610-547) sonsuzluğu
kendi felsefesinin temeli olarak almıştır.
Zenon
paradoksları (İ.Ö. 450) hareketin bir yanılsama olduğunu kanıtlamaya
çalışarak, sürekli büyüklüklerin bir bileşeni olarak sonsuz küçük
nicelikler düşüncesinin özündeki zorluğa işaret eder. Zenon hareketi
çeşitli biçimlerde “çürüttü”. Hareket halindeki bir kütlenin verili bir
noktaya varmadan önce, ilkin mesafenin yarısını kat etmesi gerektiğini
ileri sürdü. Ama bundan önce, bu yarı mesafenin de yarısını kat
etmelidir ve bu böylece sonsuza kadar devam eder. Bu nedenle, iki kütle
aynı yönde hareket ediyorsa ve öndekinden belirli bir mesafe arkada olan
daha hızlı hareket ediyorsa, arkadakinin öndekine yetişeceğini
varsayarız. Böyle değildir der Zenon: “Yavaş olan hiçbir zaman hızlı
olan tarafından yetişilip geçilemez.” Bu ünlü Hızlı Akhilleus
paradoksudur. Akhilleus’la bir kaplumbağa arasındaki bir yarışı hayal
edin. Akhilleus’un, 1000 metre önde başlayan bir kaplumbağadan on kat
daha hızlı koşabileceğini varsayalım. Akhilleus 1000 metre yol kat
ettiğinde kaplumbağa 100 metre önde olacaktır; Akhilleus 100 metre kat
ettiğinde kaplumbağa 10 metre önde olacaktır. O mesafeyi de kat
ettiğinde kaplumbağa bir metrenin onda biri kadar önde olacaktır ve bu
böylece sonsuza kadar gider.
Zenon paradoksu
hareketin bir yanılsama olduğunu ya da Akhilleus’un pratikte
kaplumbağaya yetişemeyeceğini kanıtlamaz, ama gerçekten de bugün
biçimsel mantık olarak bilinen düşünme biçiminin sınırlarını parlak bir
şekilde açığa çıkarır. Tıpkı Eleacıların yaptığı gibi gerçeklikten bütün
çelişkileri ayıklama girişimi, kaçınılmaz olarak bu türden çözümsüz
paradokslara veya daha sonra Kant’ın taktığı isimle mantıksal
çatışkılara yol açar. Bir çizginin sonsuz sayıda noktadan
oluşamayacağını kanıtlamak için Zenon, durumun gerçekten bu olması
halinde Akhilleus’un kaplumbağaya asla yetişip geçemeyeceğini iddia
etti. Burada gerçekten mantıksal bir sorun vardır. Alfred Hooper’ın
açıkladığı gibi:
Bu paradoks, ortak çarpanı
1’den küçük olan ve bu nedenle terimleri gittikçe küçülen ve böylelikle
de belli bir limit değerine “yakınsayan” bir geometrik dizi oluşturan
sayıların sonsuz seri toplamını bulmanın mümkün olduğunu bilen insanları
bile hâlâ şaşırtmaktadır.
Aslında Zenon,
matematiksel düşüncede, iki bin yıl çözüm bekleyecek olan bir çelişkiyi
ortaya çıkarmıştı. Bu çelişki sonsuzluğun kullanımıyla ilgilidir.
Pythagoras’tan 17. yüzyılda diferansiyel ve integral hesaplarının
keşfine kadar, matematikçiler sonsuzluk kavramının kullanımından
kaçınmak için mümkün olan her yola başvurdular. Sadece büyük dahi
Arkhimedes konuyu ele aldı, ancak yine de dolambaçlı bir yöntem
kullanarak ondan kaçındı. Zenon’un öğrencisi olan Leukippus’tan
başlayarak eski atomcular, atomların “bölünemez ve sonsuz sayıda
olduklarını, sonsuz genişlikteki boş uzayda durmaksızın dolaştıklarını”
ifade ettiler.
Modern fizik, iki saniye
arasındaki anların sayısının sonsuz olduğunu kabul eder, tıpkı ne bir
başlangıcı ne de bir sonu olan bir zaman aralığındaki anların sayısının
sonsuz oluşu gibi. Evrenin bizzat kendisi, durmaksızın değişen, hareket
eden ve gelişen neden ve sonuçların sonsuz bir zincirinden oluşur. Bu,
“sonsuzluğun” her zaman bir sayısıyla “başladığı” basit aritmetikteki
sonsuz sayı serilerini içeren kaba ve tek taraflı sonsuzluk fikrine hiç
benzemez. Hegel’in “Kötü Sonsuzluk” dediği şey budur.
Yunan
matematikçilerin en büyüğü Arkhimedes (İ.Ö. 287-212) geometride
bölünemezleri etkin bir biçimde kullandı; ancak sonsuz büyük ve sonsuz
küçük fikrini mantıksal bir temel olmaksızın ele aldı. Aynı şekilde
Aristoteles, cisimlerin biçimleri olması gerektiği için sınırlanmış
olmaları gerektiği ve bu nedenle sonsuz olamayacakları fikrini ileri
sürdü. İki çeşit “potansiyel” sonsuzluk –aritmetikte birbirini izleyen
toplamlar (sonsuz büyük) ve geometride birbirini izleyen bölümlemeler
(sonsuz küçük)– olduğunu kabul ederken yine de bir çizgi parçasının
birçok değişmez sonsuz küçükten veya bölünmezden oluştuğunu savunan
geometricilerle polemiğe girişti.
Sonsuzluğun bu
inkârı klasik Yunan matematiğinin gelişimine gerçek bir engel oluşturdu.
Tersine Hintli matematikçilerin bu gibi kuruntuları yoktu ve daha sonra
Araplar yoluyla Avrupa’ya giren büyük ilerlemeler sağladılar. Biçimsel
mantığın katı şemaları gereğince, çelişkiyi düşünceden kovma girişimi
matematiğin gelişimini duraklattı. Ancak Rönesansın maceracı ruhu
insanların aklını yeni olasılıklara, işin doğrusu sonsuzluk fikrine
açtı. Yeni Bilim (1638) adlı kitabında Galileo her tam sayının sadece
bir tam karesinin olduğuna ve her tam karenin sadece bir pozitif tam
sayının karesi olduğuna işaret etti. Böylece bir bakıma ne kadar pozitif
tamsayı varsa o kadar da tam kare vardır. Bu bizi derhal mantıksal bir
çelişkiye götürür. Bu, bütünün, kendisini oluşturan parçalardan daha
büyük olduğu aksiyomuyla çelişir, çünkü tüm pozitif tamsayılar bir tam
kare değildirler ve tüm tam kareler tüm pozitif tamsayıların bir
parçasını oluştururlar.
Bu paradoks, insanoğlunun
düşüncelerini ve kabullerini eleştirel bir analize tâbi tutmaya
başladığı Rönesanstan beri matematikçilerin başına belâ olan sayısız
paradokslardan yalnızca biridir. Bunun bir sonucu olarak, muhafazakâr
kafaların inatçı direnişlerine rağmen matematiğin sözde itiraz edilemez
aksiyomları ve “ebedi doğruları” yavaşça ve birer birer yerle bir
edildi. Tüm gösterişli yapının çürük olduğunun ve daha sağlam ama yine
de daha esnek temeller üzerinde –ki zaten varoluş sürecinde yatan ve
kaçınılmaz olarak diyalektik karakterli bir temel üzerinde– tam bir
yeniden inşa gereksiniminin bulunduğunun artık ortaya çıkmış olduğu bir
noktaya ulaşıyoruz.
Kalkülüs (Hesap)
Ortaçağdan
bu yana matematikteki en büyük atılım olan diferansiyel ve integral
hesabın keşfedilmesiyle Klasik Yunan matematiğinin aksiyomları denilen
şeylerin birçoğunun temeli zaten zayıflamıştı. Doğru ve eğrinin mutlak
zıtlar olduğu ve ikisinin de ortak ölçülerinin olmadığı, yani birinin
diğeri cinsinden ifade edilemeyeceği fikri bir geometri aksiyomudur.
Oysa son tahlilde diferansiyel hesapta doğru ve eğri eşit kabul edilir.
Engels’in işaret ettiği gibi, bunun temeli konunun Leibniz ve Newton
tarafından ele alınmasından çok uzun süre önce ortaya konulmuştu:
“Matematikteki dönüm noktası Descartes’in değişken büyüklüğü olmuştu.
Bununla matematiğe hareket, diyalektik ve ardından da Newton ve Leibniz
tarafından keşfedilmemiş olsa da tam olarak onlar tarafından tamamlanmış
olan diferansiyel ve integral hesabın zorunluluğu ihtiyacı girdi.”[6]
Kalkülüsün
keşfi, matematikte ve genel olarak bilimde bütünüyle yeni ufuklar açtı.
Eski tabular ve yasaklar bir kez aşıldıktan sonra, matematikçiler
yepyeni alanları araştırmak için özgürleştiler. Fakat sonsuz büyük ve
sonsuz küçük çokluklardan, eleştirel olmayan bir yolla, mantıksal ve
kavramsal sonuçlarını düşünmeksizin yararlandılar. Sonsuz küçük ve
sonsuz büyük çoklukların kullanımı, belli nedenlerden dolayı hiç de açık
olmayan ama yine de her zaman doğru sonucu veren bir çeşit “kullanışlı
hayal ürünü” olarak görüldü. Mantık Bilimi adlı eserinin birinci
cildinin Nicelik konulu bölümünde Hegel, matematiksel sonsuzla
tanışılmasının bir yandan matematiğin önünde yeni ufuklar açarken ve
önemli sonuçlara yol açarken, diğer yandan yine de açıklamasız
kaldığına, çünkü mevcut geleneklerle ve yöntemlerle çatıştığına dikkat
çeker:
Fakat matematiksel sonsuz yönteminde,
matematik, kendisinin bir özelliği olan ve bir bilim olarak üzerine
yaslandığı bu yöntemde esaslı bir çelişkinin farkına varır. Çünkü
sonsuzun hesaplanması, sonlu büyüklüklerle işlem yaparken matematiğin
toptan reddetmesi gereken işlem tarzlarını kabul eder ve gerektirirken,
aynı zamanda, sonlu büyüklükler için geçerli olan yöntemleri sonsuz
büyüklüklere de uygulamanın yolunu arayarak bu sonsuz büyüklükleri de
sonlu nicelikler olarak ele alır.[7]
Sonuç,
kalkülüsün geçerliliğine dair uzun bir tartışma dönemi oldu. Berkeley
mantık yasalarıyla açıkça çeliştiği için onun geçersiz olduğunu ilân
etti. Principia adlı eserinde bu yeni yöntemi kullanan Newton, ters bir
tepki alma korkusuyla, kendisini bu gerçeği halktan gizlemek zorunda
hissetti. 18. yüzyılın başlarında, Bernard Fontenelle, sonsuz tane doğal
sayı olduğuna göre sonlu sayıların mevcudiyeti ne kadar doğruysa sonsuz
bir sayının mevcudiyetinin de o kadar doğru olacağını ve sonsuzluğun
karşıtının bir sonsuz küçük olduğunu açıkça ifade edecek cesareti
sonunda kendisinde buldu. Bununla birlikte, Fontenelle sonsuzluğu bir
yanılsama olarak reddeden Georges de Buffon tarafından yalanlandı.
D’Alembert’in üstün zekâsının bile bu fikri kabul etmeye gücü yetmedi.
Encyclopaedia’da diferansiyel hakkındaki makalesinde, sonlu çoklukların
bir limiti şeklindeki olumsuz anlamı dışında, sonsuzluğun varlığını
reddetti.
“Limit” kavramı, aslında sonsuzluğa
içsel olan çelişkinin üstesinden gelme çabası olarak devreye sokuldu. Bu
çaba, matematikçilerin düşünüp taşınmaksızın kalkülüsü basitçe kabul
etmeye –tıpkı eski kuşakların alışık oldukları gibi– artık
yanaşmadıkları 19. yüzyılda özellikle çok yaygındı. Diferansiyel hesap,
çeşitli derecelerden –birinci dereceden, ikinci dereceden vs.– sonsuz
ölçüde küçük büyüklüklerin varlığını ön koşul olarak kabul etti. İşin
içine “limit” kavramını katarak, en azından gerçek bir sonsuzluğun
gerekmediği izlenimini oluşturdular. Niyet sonsuzluk fikrinin öznel
olduğunu göstermek, nesnelliğini inkâr etmekti. Bu değişkenler madem
verili herhangi bir nicelikten daha küçük olabiliyorlar o halde
potansiyel olarak sonsuz ölçüde küçük olabilirler dendi, tıpkı
potansiyel olarak sonsuzun önceden tespit edilmiş herhangi bir
büyüklükten daha büyük olabileceği gibi. Başka bir deyişle, “istediğiniz
kadar büyük veya küçük!” Bu el çabukluğu, zorluğu ortadan kaldırmadı,
sadece kalkülüsün içindeki çelişkileri örtmek için bir incir yaprağı
sağladı.
Büyük Alman matematikçisi Karl Friedrich
Gauss (1777-1855) matematiksel sonsuzluğu kabul etmeye hazırdı, ancak
gerçek sonsuzluk fikri karşısında dehşete kapılıyordu. Bununla birlikte
çağdaşı Bernard Bolanzo, Galileo’nun paradoksundan yola çıkarak “tam
sonsuzluk” fikrindeki örtük paradoks üzerinde ciddi bir çalışmaya
başladı. Bu çalışma daha sonra sonsuzu pozitif bir şey olarak
nitelendiren ve aslında pozitif sayılar kümesinin negatif olarak (yani
sonsuz olmayan bir şey olarak) değerlendirilebileceğine dikkati çeken
Richard Dedekind (1813-1914) tarafından daha da geliştirildi. Son
olarak, George Cantor (1845-1918) sonsuz kümeler tanımının çok daha
ötesine gitti ve tamamen yeni bir “sonluötesi sayılar” aritmetiğini
geliştirdi. Cantor’un 1870’de yazmaya başladığı eseri, sonsuzluğun
Demokritos’la başlayan tüm tarihinin yeniden gözden geçirilişidir.
Bundan yola çıkarak, kümeler teorisine dayanan yepyeni bir matematik
dalı geliştirildi.
Cantor, ne kadar büyük olursa
olsun bir alandaki ya da bir hacimdeki veya daha çok boyutlu bir
ortamdaki noktaların, bir doğrudaki veyahut ne kadar küçük olursa olsun
bir doğru parçasındaki noktalarla birebir eşlenebileceğini gösterdi.
Nasıl son bir sonlu sayı olamazsa, aynı şekilde son bir sonluötesi sayı
da olamaz. Bu bakımdan Cantor’dan sonra, sonsuzun matematikte işgal
ettiği merkezi konum hakkında hiçbir tartışma söz konusu olamaz. Dahası
onun çalışmaları, modern matematiğin başına dert olan ve hâlâ çözüm
bekleyen bir dizi paradoksu da ortaya çıkardı.
Tüm
modern bilimsel analizler süreklilik kavramına dayanır, yani uzaydaki
iki nokta arasında başka sonsuz sayıda nokta vardır ve aynı şekilde
zamanın herhangi iki noktası arasında da başka sonsuz sayıda an vardır.
Bu kabulleri yapmaksızın modern matematik işleyemezdi. Bu gibi çelişkili
kavramlar eski kuşaklar tarafından öfkeyle reddedilir veya en azından
şüpheyle karşılanırdı. Sadece Hegel’in diyalektik dehası (yeri gelmişken
kendisi büyük bir matematikçidir) sonlu ve sonsuz, uzay, zaman ve
hareket üzerine analizlerinde bunların hepsini öngörme yeteneğindeydi.
Ama
yine de bütün delillere rağmen birçok modern matematikçi, sonsuzluğun
geçerliliğini “soyut” matematiğin bir olgusu olarak kabul ederken,
sonsuzluğun nesnelliğini inkâr etmekte ısrar ediyorlar. Böyle bir
ayrımın hiçbir anlamı yoktur. Matematik gerçek, nesnel dünyayı
yansıtmayı beceremiyorsa, ne işe yarar? Modern matematikte (ve dahası
inanılmaz gibi gelse de teorik fizikte), nesnel dünyadan bağımsız olarak
bir denklemin geçerliliğinin tümüyle onun estetik değeri sorunu olduğu
varsayılarak, en mistik biçimli idealizme belirli bir geri dönüş eğilimi
vardır.
Matematiksel işlemlerin gerçek dünyaya
uygulanabilmesi ve anlamlı sonuçlar elde edilebilmesi, matematik ile
gerçek dünya arasında bir yakınlık olduğunu gösterir. Aksi takdirde
matematiğin pratik uygulanabilirliği olmazdı ki, durumun böyle olmadığı
açıktır. Modern matematikte sonsuzluğun kullanılabilmesinin ve
kullanılma zorunluluğunun nedeni, bizzat doğanın kendisinde sonsuzluğun
varoluşuna dayanır, ki kendisini matematiğe dayatan da, tüm kapı dışarı
etme çabalarına karşın davetsiz bir misafir gibi çıka gelen bu doğadır.
Matematiğin sonsuzluğu kabul etmesinin neden bu kadar uzun sürdüğü Engels tarafından çok güzel açıklanmıştır:
Sonu
olan fakat başlangıcı olmayan bir sonsuzluğun, başlangıcı olan fakat
sonu olmayan bir sonsuzluktan ne daha çok ne de daha az sonsuz olduğu
açıktır. En küçük diyalektik kavrayış bile Bay Dühring’e, başlangıç ve
sonun tıpkı Kuzey ve Güney kutbu gibi zorunlu olarak birbirlerine bağlı
bulunduğunu ve eğer son kaldırılıp atılırsa, bizzat başlangıcın bir son
haline –bir serinin sahip olduğu tek son haline– geleceğini (ve tersi)
söylemesi gerekirdi. Sonsuz serilerle çalışma matematiksel alışkanlığı
olmasaydı, bütün aldanma imkânsız olurdu. Matematikte belirsize, sonsuza
ulaşmak için belirli, sonlu terimlerden başlamak gerektiği için,
pozitif ya da negatif olsun tüm matematiksel seriler 1 sayısıyla
başlamak zorundadır, aksi takdirde bu seriler hesap yapmakta
kullanılamazlar. Ama matematikçinin mantıksal gereksinmesi gerçek dünya
için zorunlu bir yasa olmaktan çok uzaktır.[8]
Matematikte Kriz
Okul
günlerimizden beri bizlere, matematiğe, kendinden menkul doğrular olan
“aksiyomlarıyla” ve katı mantıksal çıkarımlarıyla bilimsel kesinliğin
son sözü olarak bakmamız öğretildi. 1900 yılında toplanan Uluslararası
Matematikçiler Kongresinde David Hilbert, en önemli 23 çözümsüz
matematik probleminden oluşan bir listeyi ortaya koymasına rağmen, o
yıllarda tüm bunlara kesin gözüyle bakılırdı. Bu noktadan itibaren işler
teorik matematikte gerçek bir krizden bahsetmenin mümkün olduğu bir
noktaya doğru gittikçe daha da karmaşıklaştı. 1980’de yayınlanan çok
okunan kitabı Matematik: Kesinliğin Kaybı’nda Morris Klein durumu şöyle
açıklıyor:
19. yüzyılın başlarındaki keşifler,
tuhaf geometriler ve tuhaf cebirler, matematikçileri istemeye istemeye
matematiğin gerçek olmadığını ve matematiksel bilim yasalarının doğru
olmadığını anlamaya zorladı. Örneğin birbirinden farklı birçok
geometrinin uzaysal deneyime aynı ölçüde denk düştüğünü buldular. Hepsi
doğru olamazdı. Görünüşe göre matematiksel tasarım doğaya içsel değildi,
ya da öyleyse bile insanoğlunun matematiği bu tasarımın zorunlu
açıklanışı değildi. Gerçeğin anahtarı kaybedilmişti. Bunun fark edilişi
matematiğin başına gelen felâketlerin ilkiydi.
Yeni
geometrilerin ve cebirlerin bulunuşu, matematikçilerin başka bir doğa
şokunu yaşamasına yol açtı. Doğruları elde ettikleri kanısı onları o
kadar kendilerinden geçirmişti ki, sağlam bir muhakeme pahasına, bu
zahiri doğruları güvence altına almak için hummalı bir koşuşturmaya
girişmişlerdi. Matematiğin bir doğrular kümesi olmadığının fark
edilmesi, kendi yarattıkları şeye karşı duydukları güveni sarstı ve
kendi keşiflerini tekrar gözden geçirmeye giriştiler. Matematiğin
mantığının acıklı bir durumda olduğunu bulmak onları dehşete düşürdü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder