Klasik bilim Avrupalıdır ve kökenleri Yunan felsefesi ile bilimine
doğrudan dayandırılabilir. Bu inanç -felsefe ve bilim tarihinde bir
zamanlar bir istisna olmasına rağmen ve- son iki asırdaki sayısız
çatışan yorumların varlığına rağmen, yara almadan varlığını
sürdürmüştür. Filozoflar neredeyse istisnasız olarak bunu Klasik
Rasyonalizmi karakterize etmek için bir postulat olarak kabul
etmişlerdir. Hem Kant hem de Comte, yeni-Kantçılar ve
yeni-Pozitivistler, Hegel ve Husserl, Hegelciler ve görüngübilimciler
dahası Marksistler bu postulatı kendi Klasik Modernite yorumlarına taban
olarak kabul etmişlerdir. Bacon, Descartes ve Galileo (şartlara bağlı
olarak bazen baştaki isim ihmal edilir ve daha başka isimler eklenir)
gibi isimler, çöküş asırları ile duraksamış bir ilerlemenin yeniden
başlatılmasındaki basamaklar olarak ve Yunan bilim ile felsefesine
devrimsel dönüş yolunda önemli kilometre taşları olarak hâlâ
anılmaktadırlar. Klasik bilimin varoluşunun biçimlerini nitelerken bir
Brunschvicg veya bir Koyré tarafından kullanılan Platoncu ve Arşimetçi
metaforlar şu olguya şahitlik eder: Bu dönüş herkes tarafından, eşanlı
olarak, bir model arayışı ve bir idealin yeniden keşfi olarak
anlaşılmıştır. Filozofların bu oybirliği, dolayımsız tarihsel bilgiyi
aşkın olan yaklaşımlarına, radikallik kaygılarına ve Husserl’in
“Avrupayı manevi bakış açısından karakterize eden orijinal görüngü
(Urphänomen)” olarak ifade ettiği şeyi kavrama çabalarına isnat
edilebilir. Ve bu durumda bilim tarihi olgularıyla doğrudan temas kuran
kişilerin duruşunun tamamen farklı olması beklenebilir. Fakat durum
böyle değildir; aynı postulat bilim tarihçileri tarafından kendi
çalışmalarına ve özellikle yorumlamalarına başlangıç noktası olarak
alınmıştır. Bu açıdan, fizik tarihinde Poggendorff, Rosenberger, Dühring
ve Gerland gibi bir yanda olanlar ile öteki yandaki Duhem arasındaki
fark; matematik tarihinde Tannery ve Cantor ile Bourbaki arasındaki
fark, sonsuz küçüktür[1]. Klasik bilimin icadı ister Ortaçağ ile
birlikte bir boşluğun ürünü olarak yorumlansın, ister buna zıt olarak,
süreklilik tezi savunulsun veya ister daha yaygın durum olan eklektik
bir konum alınsın, tarihçilerin çoğu bu postulatın neredeyse örtük
kabulünde hemfikirdirler. Şimdilerde, Woepcke, Suter, Wiedemann ve
Luckey vs.’nin Arapça bilimlerin tarihi hakkındaki çalışmaları, henüz
yayınlanan Dictionary of Scientific Biography Bilimsel Biyografi
Sözlüğü ve Needham’ın Çin bilim tarihi üzerine araştırmalarına rağmen,
mevcut tarihsel çalışmalar temelinden denk bir kavrama dayanmaktadır.
Ayrıca yakın zamanlarda bilim tarihi kavramının kendisi ve yöntemleri
tartışma ve eleştirinin hedefi haline gelmiş olmasına rağmen, dahilciler
ve hariççiler[2], sürekliciler ve süreksizciler[3], bilim sosyologları
ve kavramsal analizciler bahsi geçen doktrini tartışma-dışı bırakmada ve
böylece su götürmez bırakmada zımnen uzlaşmışlardır. Yukarıdaki temsil
ile tekrar ve tekrar karşılaşırız: Hem modern hâli hem de tarihteki hâli
ile klasik bilim, son tahlilde yalnızca Avrupalı insanların çalışmaları
olarak karşımıza çıkar, dahası aslında insanoğlunun bu parçası, klasik
bilim aracılığıyla tanımlanır. Gerçekten de sadece Avrupalı insanların
bilimsel etkinlikleri tarihin nesnesidir. Öteki kültürlerdeki bir kısım
bilimsel etkinliklerin varlığının bazen tanındığı doğrudur. Ne var ki,
bu etkinlikler tarih-dışında kalır veya temelde Avrupalı olan bilime
katkısı ölçüsünde bütünleştirilir; ki bu katkılar Avrupalı olanın ruhu
ve entelektüel yapılandırmalarını hiçbir şekilde değiştirmeyecek ilave
tekniklerden ibarettir. Birkaç teknik yenilikle zenginleştirilmiş veya
klasik bilimin meşru varislerine el sürülmemiş şekilde iletilmiş bir
Yunan mirası müzesi şeklinde resmedilen Arapça bilimler bu yaklaşımın
kusursuz bir örneğidir. Avrupa dışındaki bilimsel etkinlikler bilim
tarihi ile -istisnasız olarak- çok az bütünleştirilmiştir, ki bu bilim
antropolojisinin nesnesidir ve bunun akademik karşılığı Oryantalizmden
başka bir şey değildir. Bu doktrinin sonuçları bilim alanı ve bilimin
tarihi ve felsefesi ile sınırlı kalmamıştır, on dokuzuncu yüzyıldaki
uygulamaları iyi bilinmektedir. Benzer şekilde, geçmişteki gibi bugünde
aynı isimle anılan bir tartışmanın kalbinde yer aldığı bilinmektedir:
Modernizm versus gelenek. Günümüzde Akdenizli veya Asyalı bazı ülkelerin
kendi kimliklerini aramaları on sekizinci yüzyıl Avrupa’sındaki duruma
benziyor. Antikler ile Modernleri karşı karşıya getiren çatışmada
Avrupalı olarak nitelendirilmiş bilim modernizm ile özdeşleştirilir.
[Dolayısıyla,] bilim tarihçisi Batılı bilim nosyonunu sorguladığı zaman,
sadece kendi disiplini için bir sorun ortaya koymuyor aynı zamanda
belki kendi zamanının bir sorununu çözmeye dönük bir katkı yapıyordur.
Doğrudan ifade edecek olursak; bizim buradaki amacımız ne yanlışları
doğrultma ne de varsayılan Şarklı bilim ile Avrupalı olarak
nitelendirilmiş bilimi karşı karşıya getirmektir. Biz sadece klasik
bilim kavramının Avrupalı saptamasının neyi ifade ettiğini anlamak,
dürtülerini kavramak ve tanımı zorunlu olarak evrensellik gerektiren bir
görüngünün en azından coğrafî ve kuşkusuz antropolojik bir
tarifnamesinin önemini değerlendirmek istiyoruz. Bu amaca ulaşmak için
böylece biz bütün alâmetlerle bizatihi kendisi farklı ve heterojen
kökenlerden beslenen Avrupalı bilim nosyonunun mevcut tarihini ortaya
koymakla işe başlayacağız. Ardından, doktrinin tecessüm ettirdiği şey
ile bilim tarihi olgularının yüzleşmeleri de dahil yüzleşmeler,
doktrinin kapsam alanını belirlememize yardımcı olacak. Bariz
nedenlerle, burada mufassal ve hatta ona yakın derecede katî bir çalışma
yaptığımız iddiasında bulunamayız. Fakat, burada sorunu ortaya koyma,
birkaç hipotezi ilerletme ve iki kısıtlama ile birlikte ile kendimizi
sınırlandıracağız: Burada göz önüne alınan, değişik inanç ve dinlerden
bilginlerin ve değişik kültürlerin ürünü olan Avrupalı-olmayan tek
bilim, tek başına Arapça değilse bile başlıca olarak Arapça yazılmıştır;
bilim tarihi inanışları göz önüne alınırsa en çok zikredilenler Fransız
tarihçileridir. Avrupalı bilim kavramı, on sekizinci yüzyıl tarihçileri
ve filozoflarının çalışmalarında bulunacaktır. Akabinde, on sekizinci
yüzyıl boyunca devam eden dogmatik bir tartışmada moderniteyi tanımlamak
için bir vasıta olarak ve ayrıca amaçları polemik ve eleştirel olarak
kalan toy bir diyakroninin artzamanlılık, art ardalık, Ç. N. parçası
olarak iki ayrı fakat ilgili işleve sahiptir. Daha önce temas edilen
Antikler ve Modernler arasındaki tartışmada, bilgin ve filozoflar
moderniteyi tanımlamak için akıl yürütme ve deneyi birleştiren bir
bilimden bahsediyorlardı: Traité du vide (Pascal, Der., 1963, s.
231)’nun önsözü ve bir dereceye kadar De la recherche de la vérité
(Malebranche, 1910, I, s. 139) adlı eserler Modernlerin üstünlüğünü
ispat etmeye çalışan on yedinci yüzyıla ait erken çabalardır. Tarihsel
tümevarım, veya sözde tarihsel tümevarım, somut saptamasıyla bu dogmatik
tartışmayı teçhiz etmek ve böylece Modernlerin üstünlüğünü tartışmasız
olarak teslim etmek amacındaydı. Bu aynı zamanda bilim tarihinin, on
sekizinci yüzyılda sahnede yerini almasının sebeplerinden biridir –ve
kesinlikle sıradan bir sebep değildir-. Halbuki, Batı zaten Avrupa ile
özdeşleştirilmiş ve Montesquieu’nun Acem Mektupları (1721)’nda olduğu
gibi, “Doğulu hikmet” ile Newtoncu-sonrası Batı’nın doğal felsefesi
çoktan karşı karşıya getirilmişti.[4] Sürekli ve yinelemeli bir
tartışmada eleştirel ve polemik rolünün yanında Batılı bilim kavramı
böylece, insan ruhunun diyakronisi olarak tarihin geliştirilmesinde bir
işlev yüklenmiştir. Ayrıca kendi ilerleyen hareketinde bir kilometre
taşı olarak araya karışmıştır. Ki bu hareket hem birikimli bir düzen hem
de kendi edindiği hatalarını eleyen bir süreklilik tarafından
düzenlenme altındadır. Bir Fontenelle, bir d’Alembert veya bir Condorcet
tarafından verilen temsilin kısa bir sunumu bundan ibarettir. Bir
Condorcet sözgelimi (haleflerinin çoğu gibi) moderniteyi Bacon, Galileo
ve Descartes’ın adlarını öne çıkarma ile belirlemiş olmasına rağmen,
bunu insanlığın “Tarihsel Tablo(su)nun Sekizinci Evresinden
Dokuzuncusuna”daki bir geçişe işaret etmek adına yapıyordu (Condorcet,
1996, s.201) ki bu geçişin geleceği Akıl Çağı’nın belli belirsiz oluşumu
ile kesişiyordu. Klasik bilim aynı ve biricik tekilliğin sürekli ve
normalleştirilmiş gelişimindeki bir basamağı temsil ettiği ölçüde
Avrupalı ve Batılıdır: Hümanite. Böylece bir Fontenelle, bir d’Alembert
veya bir Condorcet için, klasik bilimin kökenlerini yalnızca Yunan bilim
ve felsefesinde keşfetmek saçma olacaktı: Avrupalı olarak
nitelendirilmesi herhangi bir antropolojiye işaret etmiyordu bundan
ziyade klasik bilim ampirik tarih ile ideal tarihin bir rastlantısından
ibaretti. Bu kavrayış üzerine, Encyclopédie méthodique’ye Bossut
tarafından yazılan Discours préliminaire (1784, s.III), bilim tarihi
hakkında, sınırlı sayılan, bir açıklama öneriyor. Kesin bilimlerin
ilerlemesinin tarihsel tablosu için başlangıçtaki postulat, sanıları,
şüpheli olguları ve gerçek olguları birbirine karıştıran üç döneme
ayırmıştır. Bu postulat şudur: “… antik dünyanın güzide halklarının tümü
matematiği takdir edip kullanmışlardır. Bunların içinde en iyi
bilinenleri Keldaniler, Mısırlılar, Çinliler, Hintliler, Yunanlılar,
Romalılar, Araplardır vs. modern zamanlarda ise Avrupa’nın Batılı
uluslarıdır.” “… On altıncı yüzyıldan günümüze bilimlerde Avrupa’nın
Batılı uluslarınca başarılan ilerleme, diğer halklarca başarılanı
tamamen silip atmıştır.” Batılı bilim kavramı on sekizinci yüzyılda bu
şekilde formüle edilmesine karşın, on dokuzuncu yüzyıla girerken bu
kavram doğası ve içeriği açısından değişti. Kısaca, Edgar Quinet’nin
“Şarklı Rönesans”[5] (yani Oryantalizm) dediği şeyle birlikte,
antropolojik boyutu o zamana kadar eksik olmayan kavramsallaştırmasını
tamamladı. Şarklı Rönesans, dil-dolayımıyla-tarihin kendi şüpheli
bilimsel desteğini eklediği Doğu’daki bilimi ıskartaya çıkarmıştır. On
sekizinci yüzyıl kavramının aralıklarla hâlâ sürmesine karşın –ki bu
astronomi tarihçileri arasında dikkat çekicidir- on dokuzuncu yüzyılın
başlarından itibaren Oryantalizmin kaynak ve fikirlerinin, farklı
felsefelerin tarihsel temasının kurulumunda önemli katkılara sahip
olduğu doğrudur. Fransa’da olduğu gibi Almanya’da da, değişik
eğilimlerden filozoflar Oryantalizme tabii ki değişik nedenlerle
sarıldılar fakat özdeş bir temsilde uzlaştılar: Doğu ve Batı coğrafi
değil tarihsel nitelikler itibariyle birbirine karşıdır. Üstelik bu
karşıtlık tarihin bir devrine ait değil de iki terimin özüne ait bir
şeymiş gibi sunulur. Bu açıdan, Hegel’in Tarih Felsefesi Dersleri (1963,
s. 82d; 1954, s. 19-21) adlı eseri ve Loseph de Maistre’ın Of the Pope
[Papa Üzerine]’si (1884, s. 487d) gibi diğer çalışmalar hatırlanabilir.
Aynı zamanda, Fransız Restorasyon filozofları ve Saint-Simon’un sonraki
partizanları ile birlikte, bilime ve daha genel olarak Rasyonalizm’e bir
tepki olarak okunabilecek “Şark’a Çağrı” ya da “Şark’a Dönüş” temaları
ortaya çıktı. Lâkin, Batılı bir görüngü olarak bilim kavramını katıksız
felsefi olmaktan çıkarıp o zamana kadar yoksun olduğu “bilimsel” bir
temelle niteliklendirilmesi Alman filoloji okulunun icat ve
gelişimiyledir. Genel olarak tarihsel disiplinler için bu okulun önemi
iyi bilinmesine rağmen, bilim tarihi üzerine tam olarak etkisi nispeten
az bilinmektedir. Ne var ki, her şey sözkonusu etkinin, sadece doğrudan
değil aynı zamanda bu okulun mitoloji ve din çalışmaları uzantıları ile
dolaylı olduğunu da göstermektedir. Her hâlükârda, özellikle Friedrich
von Schlegel ve Bopp’un çalışmalarının başladığı andan itibaren tarihçi
artık yeni bir durumdadır. Bundan böyle tarihçinin nesnesi, nesnenin
varoluş biçimi ve elemanlarının doğası arasındaki ilişkilerle birlikte
indirgenemez bir bütünlükten ibarettir. Tarihçinin metodu, artık onu,
yapılar ve icra ettiği işlevler yoluyla benzer bütünlükleri kıyaslamaya
zorlar. 1808’de Schegel için, bilahare Max Müller için olduğu gibi,
tarihsel sahihliğin modeli doğal tarihtir ve dilbilimde mukayeseli
gramer, mukayeseli anatomi görevini üstlenmiştir. Bu metot Schelegel’i
dilleri iki sınıfa ayırmaya götürmüştür: esnek [“flexional”] Hint-Avrupa
dilleri ve diğerleri. Birinciler “yüce” diğerleri ise daha az
mükemmeldirler. Sanskritçe, ve ona en yakın sayıldığından dolayı
Almanca, “… sistematik bir dil ve kavrayışıyla kusursuz”dur; “… yabanî
değil parlak zekalılardan oluşan bir halkın dili”dir.[6] Bu cümlede
şaşılacak bir şey yoktur çünkü Alman okulunun keşfedilmesi ile biz zaten
zihniyetlerin sınıflandırılması alanının içine girmişizdir. Daha sonra
William von Humboldt dili bir ulusun ruhu, tikel dehası,
“Weltanschauung”u olarak gördüğünde, ne von Schlegel ne Bopp ne de Jacop
Grimm onunla ayrılığa düşmeyeceklerdi. Bundan sonra dil tarihinden
dil-dolayımıyla-tarihe geçiş için sahne artık hazırdır. Mukayeseli
filoloji ve onunla yakından ilgili çalışmalar yardımıyla, hemen şunu not
edelim ki din ve mitolojinin mukayeseli çalışmaları yüzyılın
ortalarında özellikle Alfred Kühn ve Max Müller tarafından geliştirildi.
Zihniyetlerin sınıflandırılması kusursuz kılındı. Bu inanışlar
temelinde, Batılı ve Avrupalı olarak bilim nosyonunu sözümona bilimsel
bir şekilde ortaya koyma girişimlerinden en önemlilerinden biri bu
tarihe kadar gider. Christian Lassen’ın terkibî çalışmalarında zaten
açık olan bu hedef, bu kez Fransa’da Ernest Renan’ın çalışmalarıyla
iyice ortaya çıkmıştır. Renan’ın itiraf ettiği amaç, “… Sami diller için
Bopp’un daha önce başardığını Hint-Avrupalı diller için” başarmaktı.[7]
Renan’ın hedefi, mukayeseli filoloji ve mitoloji hakkındaki çağdaş
literatürün tüm avantajlarını kullanıp Sami ruhun ve tarihteki
belirtilerinin güya resmini çekmekti. Artık, Lassen gibi Renan için
de,[8] medeniyet sadece Aryan ve Samiler arasında paylaşılmıştır;
dolayısıyla tarihçi sadece bunların ferdî katkılarını ayırıcı ve
mukayeseli bir şekilde değerlendirmek için vardır. Bundan böyle, ırk
nosyonu tarih-yazımının temelini oluşturdu. Lâkin “ırk” sadece “…ancak
dilbilim ve dinler tarihi yoluyla tanınabilen yetenekler ve içgüdüler”
kümesi olarak anlaşıldı (Renan, 1863, s. 490-1). Son kertede, Sami
dillere içkin sebeplerden ötürü, Hint-Avrupalılardan farklı olarak
Samiler ne felsefe ne de bilime sahip olmadılar veya olamadılar. “Sami
ırklar,” diyor Renan (1863, s. 16) “olumsuz hususiyetlerinden dolayı
nerdeyse münhasıran ayrışmıştır: Ne mitoloji, ne epik şiir, ne bilim, ne
felsefe, ne kurgu, ne plastik sanatlar, ne de sivil hayata sahiptiler”.
Kökenleri her ne ise, Aryanlar, Batı’yı ve Avrupa’yı bir kez ve
eşzamanlı olarak tanımlar. Aksi taktirde mucizelere toptan karşı gelecek
olan Renan, böyle bir bağlamda, yine de, bir mucizeyi muhafaza eder:
“Yunan Mucizesi”.[9] Mevzu bahis Arapça bilimi olunca Renan (1859, s.
89) şunu yazmıştır: “… Acem ve Hint etkisi ile birleşmiş bir Yunan
yansıması”; kısaca, Arapça Bilimler bir Aryan yansımasıdır. Bilim
tarihçileri bu gelenekten hem bilimin Batılı özü temsillerini hem de
onların bilimin gelişmesini betimledikleri ve yorumladıkları bazı
metotlarını ödünç almışlardır. Örneğin, tarihçiler, terimlerin filolojik
analizleri yoluyla ve tasarruflarındaki dokümanlar temelinde bilimin
metot ve kavramlarını, onların kökenlerini ve aktarımlarını takip ederek
keşfetmeye kendilerini adamışlar. Mitoloji veya dinler tarihçisi gibi
bilim tarihçisi de ayrıca filolog olmak zorundadır. Batılı bir görüngü
olarak bilimin bu kavramının antropolojik temelini sunan tasvirler ve
metotlar artık söz konusudur. Örneğin, Fransa’da bir Tannery, bir Duhem
veya bir Milhaud’un vaziyeti buydu ki bu kişilerin tümü Renan’ın
tasvirlerini ve dahası sıklıkla onun terminolojisini ödünç
almışlardı![10] Önemli sayıda tarihçi bu marka antropolojiyi çoktan
bırakmış olmasına rağmen, bunun türettiği sonuçların bir demetini yine
de muhafaza etmekte ve onların propagandasını yapmaktadırlar. Bunlar şu
şekilde sıralanabilir: (1) Nasıl ki Şark’taki bilim Yunan biliminde
sonucu olan hiçbir iz bırakmadı, aynı şekilde Arapça bilimler klasik
bilimde hiçbir eser bırakmadı. Her iki durumda da süreksizlik öyledir ki
bundan böyle, şimdi kendisini metrûk geçmişinde tanıyamaz. (2)
Yunanlılardan sonraki bilim harfi harfine onlara bağımlıydı. Duhem’e
(1965, s. 125) göre, “… Arapça bilimler sadece Yunan biliminden edinilen
öğretileri yeniden üretti”. Genel olarak, Tannery (1887, s. 6) şunu
hatırlatır; Hintli ve Arap bilginleri daha çok araştırdıkça, “… onların
Yunanlılara bağlılıkları daha da belirginleşir … (ve) … bütün yönleri
ile seleflerinden daha aşağıda kalırlar”. (3) Batılı bilim hem
kökenlerinde hem de klasik modernite devrinde kuramsal temellerine
özellikle ehemmiyet vermiş olmasına karşın, Şarklı bilim hatta Arapça
devrinde bile temelinde pratik amaçlar ile belirlenmiştir. Batılı ve
Şarklı bilim birbirine zıttır, tıpkı bir zanaatkârın biliminin kendi
zanaatının kurallarını bir filozof-kökenli-bilgin’in bilgisine
dayatmasındaki zıtlık gibi. (4) Hem Yunan kökenlerinde hem de modern
Rönesans’ında Batılı bilimin ayırıcı özelliği titiz-katî standartlara
uygun oluşudur; bunun aksine genel olarak Şarklı bilim ve özelde Arapça
bilimler ampirik kurallar, hesabî metotlar ile yürür ve her bir
basamağının geçerliliğini kontrol etmeyen bir şekilde yürütülmesine
müsaade eder. Diophantus örneği bu düşünceyi kusursuz bir şekilde ortaya
koyar: Tannery (1887, s. 5) şöyle diyor, bir matematikçi olarak “…
Diophantus, pek de Yunan değildir”. Fakat Diophantus’un Aritmetik’ini
Arapça cebir ile kıyasladığında Tannery (1887) Arapça cebir hakkında
şöyle yazar “…Diophantus tarafından ulaşılan seviyenin yerini alması
düşünülemez”. (5) Tarihçilere göre Helenistik bilimi klasik bilimden
tamamen ayıran şey olan deneysel normların takdimi, Batılı bilimin tek
başına başardığı bir şeydir (Milhaud, 1893, s. 301). Dolayısıyla, hem
bilim kavramını hem de deneyleme metodunu borçlu olduğumuz, tek başına
Batılı bilimdir. On sekizinci asırda basit bir diyakroni elemanı olarak
hazırlanan bu Batılı bilim kavramı antropolojiye dayanıyordu. Kökenleri
bazen es geçiliyor idiyse de bu sonuçlar filozoflar ile tarihçilerin ve
özellikle klasik bilim ile ilgili çalışmalarında hâlâ geçerliliğini
koruyordu. Bu ideolojinin karşısına başka birini çıkarmayacağız. Biz
cebirden başlatıp matematik ve deneyleme arasındaki can alıcı sorun ile
sonuca erdireceğimiz incelememizde, bilim tarihi olguları ile bu
görüşlerin bir kısmını basitçe yüzleştirmeyi öneriyoruz. Ne cebirin ne
de diğer Arapça bilimlerin yukarıdaki nitelendirmeden kaçış yolu yoktur:
Pratik amaçlar, hesabî görünüm, titizlikten yoksunluk. Tannery’ye
Arapça cebir Diophantus’un seviyesine ulaşmamıştır dedirtebilen bunun ta
kendisidir. Dahası çok yakın zamanlarda bile, Bourbaki’nin cebirin
gelişiminin izini sürerken Arapça dönemini hariçte bırakmasına fetva
veren açıkça bu temsildir. Aşikardır ki çok su götürür bu tartışmalar
ile örneğin Diophantus’un Aritmetik’inde cebirsel kuramın varlığı veya
geometrik cebirin Yunanlılarda güya varmış şeklindeki kabulü gibi –bizim
bakış açımızdan- yanlış olan tezlerle ilgilenmeyeceğiz. Dolayısıyla
kendi çalışmamızı klasik cebirin Batılı doğası sorunu üzerinde
sınırlandıracağız. Viète ve Descartes tarafından kusursuz kılınan klasik
cebirin, İtalyan Okulunun çalışması olduğu, (sadece birkaç isim
sayarsak,) Nesselman, Zeuthen, Tannery ve Klein’in yolu ile Condorcet ve
Montucla’dan Bourbaki’ye kadar sık sık tasdik edilmemiş midir? Cebirsel
geometrinin erken dönemini Descartes’e dayandıranlar, geçmişte Milhaud
(1921) ve daha yakın zamanlarda Dieudonné (1974, I) değil midir? Modern
matematikçimizin metni bu açıdan dikkate değerdir: Dieudonné cebirsel
geometrinin Yunan tarih-öncesi dönemi ile Descartes arasında anca bir
hiç bulur. Bu hiçlik korkutucu olmaktan çok öte, ideolojik olarak güven
tazeleyicidir. Bourbaki ve Dioeudonné’nin örneklik durumlarına rağmen,
bazı tarihçiler el-Hârizmî’yi, onun cebir tanımı ve ikinci dereceden
denklemlerin çözümünü bazen anarlar; lâkin, bu tarihçiler genellikle
Arapça cebiri, onun öncüsüne indirgerler. Halbuki, bu kısıtlama ciddi
bir şeydir ve cebir tarihiyle çelişir. Ki cebir, el-Hârizmî cebirinin
basit bir genişletilmesi değildir aksine temelde onun başarılarını hem
kuramsal hem de teknik olarak aşma çabasıdır. Dahası, bu çaba bireysel
çalışmaların toplamının bir sonucundan ibaret değildir bilakis o zamanda
etkin olan sahici geleneklerin bir sonucudur âdeta. Birinci gelenek,
el-Hârizmî ve onun doğrudan haleflerinden miras alınan cebirin
aritmetikleştirilmesi gibi kesin bir amacı tasarlamışlardı. Üçüncü ve
dördüncü dereceli denklemlerin köklerini bulmanın önündeki engelleri
kaldıran ikinci gelenek, ilk dönemlerinde, kendi bakış açılarını
değiştirmeden önce ve bilinen eğriler üzerine çalışıp onların
denklemleri vasıtasıyla, denklemlerin geometrik bir kuramını formüle
etti. Bu şu demektir, bu geleneğin bizatihi kendisi açıkça cebirsel
geometrideki ilk araştırmalarda bulunmuştur. Bu koşullar göz önüne
alındığında, cebir tarihinin geleneksel modeli ancak tarihsel bir mit
olabilir ki doğruluğu belirli olguları lağvetme ile sağlanmıştır.
Belirttiğimiz üzere, birinci gelenek miras olarak aldığı cebiri
aritmetikleştirmek üzere yola çıkmıştır. Bu kuramsal program onuncu
yüzyılın sonunda el-Kerecî tarafından resmen başlatılmış ve
haleflerinden biri olan el-Samaw’al (ö. 1174) tarafından şöyle
özetlenmiştir: “Aritmetikçilerin bilinen nicelikler üzerine çalıştıkları
gibi bilinmeyenler üzerine işlem yapmak”. Buradaki yönelim açıktır ve
bunun uygulaması iki bütünleyici basamakla organize edilmiştir: Bir
yandan, temel aritmetik işlemlerin cebirsel ifadelere sistematik
uygulanması; öte yandan, şimdiye kadar sayılara mahdut kılınan işlemlere
de uygulanabilsin diye cebirsel ifadeleri temsil ettikleri düşünülen
şeyden bağımsız ele alma. Yine de, bildiğimiz üzere, bir program tek
başına kuramsal amaçları ile belirlenmez bunun yanında karşılaşıp
çözmesi gereken teknik zorluklarla da belirlenir. Bu zorlukların en
önemlilerinden biri soyut cebirsel kalkülüsün genişletilmesiydi. Bu
safhada on birinci ve on ikinci asrın matematikçileri bazı sonuçlar elde
etmeyi başardılar, ki bu sonuçlar haksız yere ve ısrarla on beşinci ve
on altıncı asrın matematikçilerine atfedilir. Bu sonuçlardan bir kısmı
[şöyle] zikredilebilir: cebirsel kuvvet fikrini -sıfırıncı kuvveti
açıkça tanımladıktan sonra- eksi kuvvete genişletmek, bütün genelliği
ile işaretlerin kuralları, binom formülü ve katsayılar tablosu,
polinomlar cebiri ve her şeyin ötesinde, bölünebilirlik algoritması ve
polinomlar cebirinin elemanları ile tam kesirlere yuvarlama.[11]
Müteakiben, cebirciler cebirsel hesaplamanın bu aynı genişletmesini,
irrasyonel cebirsel ifadelere uygulama niyetindeydiler. El-Kerecî’nin
sorduğu soru şuydu: “Çarpma, bölme, toplama, çıkarma ve kök alma
kullanılarak irrasyonel niceliklerle işlem nasıl yapılır?”. Bu soruya
verdiği yanıtla matematikçi, Elementler’in X. Kitap’ında yer eden bir
kuramın, matematiksel sonuçlarından ayrı olarak ilk kez, cebirsel
yorumunu vermiştir; İbn el-Heysem kadar önemli bir matematikçinin daha
sonra yaptığı gibi, zamanında Pappus bu kitabı –Aristo ve Öklit’te
kendisini bulan- sürekli ve süreksiz büyüklükler arasındaki geleneksel
ayırımdan kaynaklanan geometri üzerine bir çalışma olarak ele almıştır.
El-Kerecî okulu ile birlikte, böylece reel cebirsel sayıların yapısının
daha çok anlaşılması başarılmıştır. Buna ek olarak, bu cebirsel
geleneğin çalışmaları sayı kuramı ve sayısal (numerik) analizin yolunu
hazırlamıştır (a.g.e., 85-146). Sayısal analizin bir incelemesi,
örneğin, şunu ortaya koydu: On birinci ve on ikinci asrın
matematikçileri, aritmetik vasıtasıyla cebiri yeniledikten sonra, yeni
cebirin bazı kısımlarının uygulamalı genişletmelerini keşfetmek için
aritmetiğe doğru bir dönüş hareketinin meydana gelmesine sebep oldular.
On birinci asır öncesinde aritmetikçilerin ve on ikinci asırda
cebircilerin karekök ile kübik kök aldıkları ve aynı kuvvetler için
yaklaşım formüllerine sahip oldukları doğrudur. Fakat soyut cebirsel
kalkülüsün olmayışından, sonuçlarını, metotlarını veya algoritmalarını
genelleştiremediler. Yeni cebir ile birlikte, cebirsel kalkülüsün
genelliği, o zamana kadar —reçete değilse eğer— prosedürlerin
toplamından ibaret olan sayısal analizin kurucu bir parçası oldu. Cebir
ve aritmetik arasındaki bu ikili hareket esnasında on birinci ve on
ikinci asrın matematikçileri, on beşinci ve on altıncı asrın
matematikçilerine hâlâ yanlış olarak atfedilen sonuçları elde etmeyi
başardılar. Örnek olarak, Viète’ye atfedilen sayısal denklemlerin çözüm
metodu, Ruffini-Horner’e hamledilen yaklaşımın genel metotları ve
özellikle Whiteside’ın el-Kâşî-Newton olarak işaretlediği metot ve son
olarak ondalıklı kesirler kuramı. Tekrarlı olan ve yinelenen bir tarzda
yaklaşımlar vermeye elverişli olan metotların yanında, on birinci ve on
ikinci asrın matematikçileri, on yedinci asırda anca bulunacak
matematiksel tümevarım gibi yeni ispat prosedürlerini de formüle
ettiler. Benzer şekilde, cebirsel önermelerin sınıflandırılması ve
geometriye ilişkin cebirin konumu gibi yeni mantıksal-felsefî
tartışmalar ile iştigal ettiler. Sembolizm sorununun üstesinden gelecek
olanlar, bunların halefleridir. Bütün bunlar şu anlama geliyor: Chuquet,
Stifek, Faulhaber, Scheubel, Viète, Stevin vs.’ye atfedilen belirli
kavram, metot ve sonuçlar aslında, -Latin ve Yahudi matematikçilerince
de bilinen- el-Kerecî okulunun bu geleneğinin çalışmalarıdır. Az önce
gördüğümüz üzere, onuncu asrın sonunda cebirci-aritmetikçiler tarafından
geliştirilen kavramlardan bir tanesi de polinomlardır. Bu cebirsel
gelenek –çağdaş terminolojiyi kullanırsak “bilinmeyenler aritmetiği”-,
el-Hayyâm (on birinci asır) tarafından başlatılan ve Şerafettin el-Tûsî
ile on ikinci asrın sonunda yenilenen başka bir cebirsel geleneğin
yolunu açmıştır. Bu iki matematikçiden birincisi ilk kez denklemlerin
geometrik bir kuramını formüle etmiştir, ikincisi ise cebirsel
geometrinin başlangıcında önemli bir iz bırakmıştır. El-Hayyâm’ın
el-Bîrûnî, el-Mehânî ve Ebu el-Cûd gibi doğrudan doğruya seleflerinin,
İskenderiyeli matematikçilerden farklı olarak, katı cisimlerle ilgili
problemleri tam olarak polinom kavramı aracılığıyla çoktan beri üçüncü
dereceli denklemlere indirgedikleri doğrudur. Ne var ki, o zamana kadar
tasavvur edilemeyen şu soruları ortaya atan el-Hayyâm’dır (Woepcke,
1851): Bir yandan; doğru, düzlem ve katı cisimlerle ilgili problemler
mukabil dereceli denklemlere indirgenebilir mi, öte yandan, üçüncü
dereceli denklemler kümesi, köklü sayılı bir çözümün olmayışı
durumunda, yardımcı eğrilerin kesişimi vasıtasıyla idare edilen
çözümlerin aranacağı şekilde yeniden düzenlenebilir mi? Güzelce
tanımlanmış bu sorulara cevap olarak el-Hayyâm, üçüncü ve daha düşük
dereceli denklemlerin geometrik kuramını formüle etmeye yöneldi. Halefi
olan el-Tûsî ise, onun bakış açısını kısa bir süre sonra değiştirecekti.
Geometrik figürlere takılıp kalmaktan çok öteye giderek el-Tûsî, bundan
böyle fonksiyonel bağıntılar açısından düşündü ve denklemler
vasıtasıyla eğrileri inceledi. el-Tûsî (a.g.e., s. 147-204) her bir
durumda denklemleri hâlâ yardımcı eğriler yoluyla çözüyorsa da, yine de,
eğrilerin kesişimini eğrilerin denklemleri yoluyla cebirsel olarak
ispatlıyordu. Bu hayatî öneme sahiptir çünkü bu ispatların sistematik
kullanımı, onuncu asır matematiksel analizcilerinin zaten elinde olan
vasıtaların kullanımını devreye soktu: Cebirsel ifadelerin maksimumunun
incelenmesi ve daha sonra türev olarak tanınacak şey yardımı ile
köklerin üst ve alt sınırlarının incelenmesi -ki bunlar âdeta afin
transformasyonlardır-. Bu çalışmalar ve bu metotların uygulanması
esnasında el-Tûsî, kübik bir denklemin diskiriminantının önemini kavradı
ve tıpkı Ars Magna’da bulunan şekliyle sözümona Cardano formülünü lokal
yerel, kısmî olarak verdi. Nihayetinde, elde edilen sonuçları daha
fazla derinleştirmeden şunu ifade edebiliriz ki: Descartes tarafından
ortaya atıldığı iddia edilen bir alanı, hem sonuçların düzeyi hem de
sitilleri açısından el-Hayyâm ve el-Tûsî tarafından tamamen kurulmuş
olarak buluruz. Şimdi, aritmetikçilerin ve (kendi devrinden önce)
analizciler dahil geometricilerin demin incelediğimiz her iki
geleneğinin cebir tarihinin haricinde tutulması ile Arapça
matematikçilerin pratik ve hesabî amaçlarından ve bu matematikçilerin
çalışmalarında ispatın titiz-katî bir standardının olmayışından medet
umarak bu yasağın gerekçelendirilmesi, klasik cebir tarihinin bir
Rönesans ürünü gibi yazılmasına müsaade eder, ki bu ürün (Tannery’nin
ifadelerini ödünç alırsak) “Kartezyen Devrim” ile son noktasına
ermiştir. Cebirin Batılı niteliği böylece ya dolambaçlı bir yorum ya da
budanmış bir tarih ve bazen her ikisi bir arada olarak karşımıza çıkar.
Matematiksel disiplinlerden biri olarak cebir, ne eşsiz bir vaka ne de
ayrıcalıklı bir örnektir. Trigonometri, geometri, sonsuz küçükler
saptamaları ve sayı kuramı değişik derecelerle yukarıdaki analizin
benzeri örnekleridirler. Daha genel olarak, optik, statik, matematiksel
coğrafya ve astronomi de birer istisna değildirler. Mesela astronomi
tarihindeki son çalışmalar (bir kısmı sürmektedir), Tannery’nin Arapça
gökbilimcileri anlayışı ve yorumunu -yanlış kılmıyorsa şayet- süresi
aşınmış kılıyor.[12] Lâkin biz amacımızı klasik bilimin Batılı doğası
doktrinini incelemek olarak belirlediğimiz için, tartışmamızı bu
doktrinin esas bir öğesi olan deneyleme üzerine yoğunlaştıracağız.
Batılı bilimin Yunan ve Rönesans şeklindeki iki dönemi arasındaki gedik
deneysel normların sunumu ile sık sık nitelendirilmedi mi? Filozof,
tarihçi ve bilim sosyologlarının genel uzlaşısı, kuşkusuz bu noktada
biter; deneysel normların anlam, içerek ve kökenlerini tanımlamaya
giriştikleri an aradaki farklar aşikâr olur. Örneğin, kökenler bir
durumda Augustcu-Platoncu akım ile, ikincide Hıristiyan geleneği ve
özellikle Enkarnasyon dogması ile,[13] üçüncüde Rönesans mühendisleri
ile, dördüncüde Bacon’ın Novum Organum’u ile ve son olarak beşincide
Gilbert, Harvey, Kepler ve Galileo ile ilişkilendirilmiştir. Bu
eğilimlerden kimi ötekinin üstüne konmuş ve karışık ve çelişkili hâle
gelmiştir fakat hepsi bir noktaya yakınsarlar: Yeni normların Batılı
doğası. Bununla beraber on dokuzuncu asır gibi erken bir vakitte
Almanya’da Alexander von Humboldt ve Fransa’da Cournot (1973, s. 27-9)
gibi bazı tarihçi ve filozoflar, deneylemenin kökenlerini Arapça döneme
atfederek baskın olan bu görüşle uyuşmazlar. Deneyleme kavramı ile
ilgili muhtelif gelenek ve temaların arasındaki karşılıklı ilişkileri
inceleyen bir araştırma mevcut olmadığından, deneylemenin köken veya
başlangıcının doğru bir tespiti kolay değildir. Muhtemelen böyle bir
tarihçe, terimin kendisinin tarihinden önce, kullanımların çokluğunu ve
kavramın bulanıklığını açıklayacaktır. Böyle bir analiz için özellikle
iki tarihçe (müsaadenizle henüz yazılmadığını da ekleyeyim) gerekir:
Sanat ile bilim arasındaki ilişkinin tarihi ve matematik ile fizik
arasındaki bağlantıların tarihi. Bu tür çalışmalar yapılmadıkça,
deneysel normların kökenleri problemi çözümsüz kalacak ve tartışmaya
açık olacaktır. Bu çalışmalar olduktan sonra ancak bazı hipotezler
ortaya atıp olguları istihdam edebiliriz ki bu bile klasik bilimin
Batılı özü doktrininin, nesnel tarihi hesaba katmadığını göstermeye
yeterdir. Bilim ve sanat arasındaki ilişkinin tarihi; bilginin,
doğruluğu-zorunlu ispatlar ile deneyim kurallarından çıkarılabileceğinin
ve -amacı dış dünya olan- deneyimsel gerçekleşmenin olasılıklarında
tasarlanmasına rağmen bir bilgi kümesinin, bilim statüsü almasının
nasıl, niçin ve ne zaman kabul edildiğini anlayabilecek bir konuma
yerleştirecektir. Arapça döneme gelince bütün entelektüel akımların
çalışmalarında açıkça bilim ve sanat arasındaki geleneksel karşıtlığın
bir zayıflaması söz konusudur. Burada bir olgu ile karşı karşıyayız:
Gerek Müslüman gelenekçiler, rasyonalist teologlar, muhtelif alanlardan
bilginler ve gerekse el-Kindî ve el-Fârâbî gibi Helenistik gelenekten
filozoflar bile dahil olmak üzere bu isimlerin tümü bilim ve sanat
arasındaki geleneksel ayrımını zayıflatma yönünde bir şekilde katkılarda
bulundular. Başka açılardan bu genel özellik şüphesiz ki, tam da bazı
tarihçilerin Arapça bilginlerin uygulamalı özü ile gerçekçi
muhayyileleri hakkındaki genel görüşlerinden türer. Bilim ile sanat
arasındaki bu yeni bağlantının, vasıtaları ile birlikte sanat
kurallarının, bilimin ve hatta tümdengelimli muhakemenin nesneleri
olarak sunumundan kaynaklanan bütün engelleri ortadan kaldırdığı bir
olgudur. Bundan böyle artık bilgi Aristocu veya Öklitçi düzene uymadan
bilimsel olarak kabul edilebilecekti. Bilimin statüsünün bu yeni
kavramı, geleneksel olarak sanat alanına mahsus kılınan disiplinleri
bilimsel anlayışın payesine yükseltti; örneğin, özellikle Râzî tarzında
simya, tıp, farmakoloji, müzik ve leksikograf. Bunun yanında bilim ile
sanat arasındaki ilişkinin yeni kavramının önemi her ne ise artık, en
fazla yalnızca ampirik araştırmaların bir genişletilmesine ve
deneylemenin dağınık bir nosyonuna yol açar. Dahası gerçekten de o devir
ampirik prosedürlerin sistematik bir uygulaması ve çoğalmasına şahit
olur: Örneğin, botanik ve dilbilimde sınıflandırma, tıp ve simyada
kontrol deneyleri dahası hekimlerin yaptığı klinik gözlemleri ve
mukayeseli teşhisler. Fakat matematik ve fizik arasında yeni bağlantılar
kurulmayana dek deneylemenin böyle dağınık bir nosyonu kendisini
belirleyen boyutu olan ispatın denetlenen ve sistematik bir bileşenini
edinemezdi. İbn el-Heysem’in optik alanındaki çalışması tam da bu yeni
boyutun zuhurunun esasen görüldüğü yerdir. Optiğin, görüş ve ışığın
geometrisi olmaktan kopmasını tam olarak İbn el-Heysem’in
gerçekleştirdiği genel olarak kabul edilmiştir. Benzer şekilde,
deneylemenin bir ispat kategorisi haline geldiği bilinen bir şeydir. Ve
son olarak, el-Fârisî gibi İbn el-Heysem’in haleflerinin (gökkuşağı
üzerine icra ettikleri türden) kendi optik araştırmalarında deneysel
normları benimsedikleri kabul edilmektedir. Şimdi İbn el-Heysem’in
deneylemeden ne anladığını kendi kendimize sormalıyız. Deneyleme ile
temin edilen işlevlerin ve matematik ile fizik arasındaki bağlantıların
sayısı kadar bu terimin anlamları onun çalışmalarında bulunabilir. Onun
eserlerinin daha yakından bir incelemesi, bu terim ve türevlerinin
(deneylemek, deneyleme, deneyci) sadece filolojik analizlerle ayırt
edilemeyecek birkaç üst üste konulmuş sisteme ait oldukları
gösterecektir. Fakat dikkat leksikal biçimlerden ziyade esas olarak
içeriğe yönelirse, matematik ile fizik arasındaki bağlantıların bazı
türleri birbirinden ayrıştırılabilir ki bu, deneyleme fikrine karşılık
gelen işlevleri tam olarak saptamamızı mümkün kılar. Gerçekten de
matematik ile fizik arasındaki bağlantılar, İbn el-Heysem spesifik
olarak işlediği gibi olmasa bile, birkaç tarza göre kurulmuştur ve
bunlar İbn el-Heysem’in çalışmalarının temelini oluşturur ve analize
elverişli olurlar.[14] İbn el-Heysem’in kendisi tarafından reform edilen
geometrik optiğe gelince, matematik ile fizik arasındaki tek bağlantı
yapıların izomorfizmidir. Özellikle ortaya attığı ışık ışınının tanımı
ile İbn el-Heysem, difüzyonun önemli görüngüsü de dahil ışığın
yayılması görüngülerinin kuramını formüle etmeyi başarmıştır öyle ki
bunlar geometri ile kusursuz bir şekilde ilişkilendirilmişlerdir.
Böylece, önce geometri ile dilbilgisel düzlemde kontrol edilen
önermelerin teknik bir kontrolünü sağlamak için muhtelif deneysel
düzenekler geliştirildi. Örneğin, geometrik optiğin kanun ve kurallarını
ispat etmek üzere tasarlanmış deneyler mevcuttur. İbn el-Heysem’in
çalışmalarının ileri bir incelemesi fazladan iki önemli ve yeterince
vurgulanmamış olguları teslim eder: Birinci olarak, İbn el-Heysem’in
bazı deneyleri sadece nitel iddiaları doğrulamak için değil aynı zamanda
nicel veriler elde etmek için tasarlanmıştır; ikinci olarak, İbn
el-Heysem tarafından geliştirilen muhtelif ve o devre göre karmaşık
aygıtlar sadece gökbilimcilerin kullandıkları ile sınırlı değildi.
Matematik ile fizik arasındaki ilişkinin başka bir türü ile fiziksel
optikte karşılaşırız ve dolayısıyla bu deneylemenin ikinci anlamıdır.
Atomcu bir kuramı yeğlemeden İbn el-Heysem kendi geometrik reformu
uğruna, ışık veya kendi deyimi ile “ışıkların en küçüğü” hakkında
şunları belirtmiştir: Görüşe dışsal olan bir özdektir, kaynağından
uzaklığına uygun olarak ışık zamanda hareket eder, bulunduğu ortama göre
hızını değiştirir, en kolay yolu belirler ve yoğunlukta azalır. Bu
aşamada ağır bir cisim ile yansıma ve kırılmanın hareket düzenleri
arasında kurulan benzerlikler yoluyla matematik, fiziksel optiğin içine
katıldı. Başka bir deyişle, kendileri zaten matematikleştirildiği kabul
edilen ağır cisimlerin hareketlerinin dinamik düzenlerinin aracılığı
yoluyla matematik, fiziksel optiğin içine katıldı. Fiziksel nosyonlara
uygulanan bu erken matematiksel muamele, bunların deneysel düzleme
aktarılmalarını mümkün kılan şeydir. Bu durum doğasında az çok yaklaşık
ve işlevinde sadece gösterici [“indicative”] olabilir, buna rağmen, yine
de bu sözdizimsel olarak kurulu fikirlerin varlığının bir düzeyini
gerekenle donatır; örneğin, daha sonra tekrar Kepler ve Descartes
tarafından ele alınacak olan, İbn el-Heysem’de bir merminin
hareketlerinin düzeni. İbn el-Heysem’in kendisi tarafından uygulanmayan
fakat optikteki bu reform ve keşiflerle mümkün kılınan deneylemenin
üçüncü türü, on dördüncü asırdaki halefi el-Fârisî’nin çalışmalarında
açığa çıkar. Bu halde, matematik ile fizik arasındaki bağlantılar, bir
modeli yeniden inşa etme ve sonuçta geometrik yollarla sistematik olarak
ışığın yayılmasını doğal bir nesneden yapay bir nesneye indirgemek
amacındaydı. Böylece yayılma için problem, doğal ve yapay nesneler
arasında matematiksel statüyü gerçekten hak eden benzeşimli bir tekabül
tanımlamaktır. Örneğin, gökkuşağını açıklamak için su ile dolu cam bir
küre modeli. Burada deneylemenin işlevi, başka bir şekilde doğrudan veya
ayrıntılı olarak çalışılamayacak bir görüngünün fiziksel koşullarını
yeniden üretmektir. Yukarıda zikredilen üç deneyleme türüne, incelemesi
ayrıntılı bir izah isteyecek iki tane daha katılabilir ki burada biz
sükût ile atlayacağız. Şuna dikkat çekelim ki muhtelif işlevlerine
rağmen geleneksel gökbilimsel gözlemlerden farklı olarak deneylemenin üç
türü de, hem kontrol yolu sağladıklarını hem de sözdizimsel olarak
kurulu nosyonlara bir varlık düzlemi sağladıklarını açığa çıkarır. Her
üç durumda da şöyle bir vaziyet söz konusudur; bilim adamı, daha önce
gerçekleştirilemeyen bir düşünce nesnesini fiziksel olarak
gerçekleştirmenin bir yolu olarak kısaca tasavvur için, nesnesini
fiziksel olarak gerçekleştirme niyetindedir. Sözgelimi, çizgisel yayılma
gibi en temel bir örnekte İbn el-Heysem bir kara kutudaki yarığı keyfi
seçilen bir şey olarak ele almamıştır; bunun yerine kendi ışın kavramını
mümkün olduğunca netlikte gerçekleştirecek spesifik geometrik
bağlantılara uyumlu olarak spesifik yarıklar seçmiştir. İspatın
bütünleyici bir parçası olarak deneysel normların gerekliliğini de
içeren İbn el-Heysem’in reformu kendisinden uzun yaşamıştır. İbn
el-Heysem’den Kepler’e ve on yedinci asra değin soykütüksel veraset
tesis edilmiştir. Bir kez daha Batılı klasik bilim inancının, aslında
ideolojik olarak nitelendirilmesi gereken seçimler yoluyla, cebirdeki
kadar net bir şekilde, nesnel tarihin bir budamasına yol açtığı görülür.
Sonuç olarak şu üç noktayı anımsayalım: (1) On sekizinci asırda
başlayan, Evrensel akıl diyakronisi kurmak için klasik bilimin Batılı
doğası inancı günümüzde bildiğimiz haliyle, on dokuzuncu asır
Oryantalizmine dayanır. Ondan sonra, klasik bilimin Avrupalı olduğunun
ve kökenlerinin doğrudan Yunan bilim ve felsefesine
dayandırılabileceğinin kültürel antropolojiden çıkarılabileceğine
inanıldı. (2) Bir yandan, Doğu ve Batı arasındaki karşıtlık genel olarak
bilim ve rasyonalizm eleştirisinin temelini oluşturur; öte yandan,
Şarkın bilimsel ürünlerini de facto ve de jure fiilî ve yasal olarak
bilim tarihinin dışında tutar. Bilim tarihinden Arapça yazılan bilimin
ihracını gerekçelendirmek için, titiz-katîlikten yoksun oluşu, hesabî
görünüşü ve pratik amaçları yardıma çağrılır. Üstelik, Yunan bilimine
katî bağlı ve son olarak deneysel normları sunmaktan aciz devrin bilim
adamları, Helenistik müzenin insaflı koruyucuları konumuna
düşürülmüşlerdir. Bu yüzyıl süresince zayıflamasına rağmen Arapça
bilimin bu resmi, özellikle son yirmi yılda tarihçilerin ideolojilerinde
yine de süregelmiştir. (3) Bu gerçekler ile yüzleştirildiğinde, bu
inanç, tarihsel malumatı hor görme ve ideolojik yorumlamayı görev
bilmeyi açığa vurur; çözdüğünden daha çok mesele doğuran nosyonlar kanıt
olarak kabul edilmiştir. Böylece, Bilimsel Rönesans nosyonuna sahibiz,
öyle olsa da bir çok disiplinden her şey, en fazla sadece bir yeniden
etkinleşme olduğunu gösteriyor. Son çabaların ortaya koyduğu üzere bu
tür sahte-kanıt öğeleri, bir bilim felsefesi veya sosyolojisine kısa
sürede kavramsal bir temel sağlayacaktı dahası bilim tarihinde kuramsal
gelişme için bir başlangıç noktası sunacaktı. Pek iyimser sayılmasa da,
şimdi kendimize sormalıyız: Klasik bilimin antropolojik nitelemesini ve
bunun tarihsel incelemelerde hâlâ canlı izlerini bir tarafa bırakmanın,
bilim tarihçiliği mesleğinin gerektirdiği nesnelliği geri iade etmenin,
gizli kapaklı aktarımları ve kontrol edilemeyen ideolojilerin dolaşımını
kesmenin, farklılıklar pahasına benzerlikleri öne çıkaran hangi kökenli
olursa olsun indirgemeci eğilimlerden kaçınmanın, mucizelere dayalı
(bir çok tarihçi için Yunan, Sarton için Arapça) tarih yazımına karşı
uyanık olmanın zamanı gelmedi mi? Kısaca, milliyetçi güdüleri neredeyse
hiç gizlenemeyen yanlış kanıtların yardımına başvurmadan tarih yazmanın
zamanı gelmedi mi? Bilim tarihinde kuramsal gelişim için bir koşul olan
tarihçinin tarafsızlığı a priori bir ahlâkî değer değildir. O ancak,
Doğu-Batı ikilisinin doğurduğu mitlere karşı uyanık olan itinalı bir
çalışmanın ürünü olabilir. Her şeyden öte, bilim tarihinde genel olarak
kabul edilen dönemlere ayırma çok ciddi bir şekilde değişmelidir. Yeni,
farklı bir dönemlere ayırma genel bilim tarihi ile ilişkileri koparacak
dahası mantıksal ve tarihsel zaman arasındaki temelsiz özdeşleşmeyi
reddecektir. Sözgelimi, onuncu ve on yedinci asır arasında yapılan
çalışmaları klasik cebir veya klasik optik gibi aynı başlık altında
toplayacaktır. Bunun sonucunda, hem öğeleri heterojen ve değişik
düzlemlerde konumlanan bir nosyon olan klasik bilim nosyonu hem de
ortaçağ bilimi yeniden hizalanacaktır. Klasik bilim kendini her zaman
olmayı sürdürdüğü gibi sunacaktır: Merkezde ve eski dünyanın
eteklerindeki medeniyetler arasındaki alışverişlerin etkinlik merkezi
olarak bir Akdeniz ürünü. Bilim tarihçisi ancak bundan sonra, eski
dünyanın birçok ülkesini şu an meşgul eden ve günümüzdeki kültürlerinin
kalbinde yatan bir tartışmaya açıklık getirebilir, bu modernizm ve
gelenek arasındaki tartışmadır. Batılı Bir Görüngü Olarak Bilim: Baskı
Sonrası Bir Not* Yukarıdaki metnin Fransızca aslının basımından bu yana
geçen on altı yıl, İslamî bilim tarihi için çok verimli bir dönem oldu.
Gerçekten de, bu disiplinin daha önce görülmedik bir yeniden-doğumuna
şahit olduk. Metinler yazıldı, çevrildi, yeni derlemeler ortaya çıktı,
dahası ihtisaslaşmış değerlendirme [review] ve dergiler basılmakta. Bu
[gelişmeler] tarihçiye kendi araştırma bulgularını, olgularla geliştirme
ve kıyaslama olanağı sundu. Bu hedef kolay değildir ve biz hâlâ işin
başındayız, fakat en azından yeni bilgilerin gelişimi cehaletin
argümanlarını susturdu. Bütün bu yeni malumat ile, tarihçi ve
filozofların on dokuzuncu asırdan miras aldıkları izlenim ve görüşlerini
doğrultması beklenir. Herhangi bir kişi, burada betimlediğimiz ve
analiz ettiğimiz Batılı bilim doktrininin, doktrinin dayandığı
payandalarla birlikte ortadan kalktığını düşünür. Gerçekten de, gittikçe
artan şekilde bu doktrin ve sonuçlarını terk etme eğilimini görmeye
başlamıştık. Daha sonra, bilim ve tarihinin dışındaki nedenlerden ötürü,
-bizatihi İslam’ın kendisinin değilse şayet- İslamî toplumların imajı
ortaya çıktı; buna göre o irrasyonel ve mutaassıp ve dolayısıyla bilime
yabancı bir toplumdu. Bu imajlardan dolayı yaşlı doktrine yeni bir hayat
verildi. Bu koşullar altında, İslamî toplumun bu imajı ile aynı
topluluğun bağrından ortaya çıkmış bilimsel sonuçları uzlaştırmak nasıl
mümkün olacak? Eski doktrini bir başkası yani çifte marjinallik doktrini
ile ikame etmek: Bilimin gelişmesine şahit olan toplum nazarıyla ve
bilim tarihi nazarıyla. Dolayısıyla, 1992’de bile şöyle yazabilen
vardır: “Yabancı bilimlerin gelişmiş seviyelerinin İslam’da sürekli bir
kurumsal yerleşim asla edinemediklerini unutmamamız gerekir”, veya
“Yunan öğrenimi, ortaçağ Hıristiyan üniversitelerinden nihai olarak
edineceği yer gibi, güvenilir kurumsal bir yerleşimi İslam’da asla
edinemedi” (Lindberg, 1992: s. 182). İkinci marjinalliğe gelince, bunun
nasıl işlediğini anlattık. Dolayısıyla, başladığımız yere döndük ve
bilimin Batılılığı korunmuş oldu. Kuşkusuz, bu ideolojik görüşler
tedavülden kalkmaya başladı ve yeni araştırmalar ile zayıflamakta.
Dahası, bu ideolojik görüşler gerçeklerin kabul edilmesini hâlâ
yavaşlatabiliyorlarsa da, bu çok yaygın değildir ve kuşkusuz çok da uzun
sürmeyecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder