21 Mayıs 2012 Pazartesi

Albert EİNSTEİN'in Zeka Soruları




EINSTEIN'DEN BIR ZEKA SORUSU

Bu sinav Albert Einstein tarafindan hazirlanmistir. Bu testi dünyadaki insanlarin %2'sinin geçmeyi basarabilecegini söylemis. Sizde %2'ye girmek ister misiniz?

KURALLAR :
1)bes farkli renkte bes ev var,
2)her evde bes farkli ülkeden birer kisi oturuyor,
3)bu evlerde yasayan kisiler;
-farkli marka içki içiyor
-farkli marka sigara içiyor
-farkli cins hayvan besliyor,
4)sigara içki ve hayvanlarin hiçbiri ayni cins degil.

VERILEN BILGILER :
1)ingiliz kirmizi evde yasiyor
2)isveçli köpek besliyor
3)danimarkali çay içiyor
4)beyaz evin solunda yesil ev var
5)yesil evin sahibi kahve içiyor
6)kus bakan kisi pall mall marka sigara içiyor
7)sari evin sahibi dunhill marka sigara içiyor
8)tam merkezdeki evde yasayan kisi süt içiyor
9)norveçli ilk evde oturuyor
10)kedi besleyen kisinin evinin yanindaki evde oturan kisi blend marka sigara içiyor
11)dunhill marka sigara içen kisinin evinin yanindaki evde oturan kisi at besliyor
12)blue master marka sigara içen kisi ayni zamanda bira içiyor
13)alman prince marka sigara içiyor
14)mavi evin yaninda oturan kisi norveçli
15)su içen kisinin komsusu blend marka sigara içiyor.

Baligi besleyen kim?


************************************************** **


Cin Ruhi postacıya sordu :
"Üç kızınız olduğunu duydum, kaç yaşlarındalar?"
Postacı : Yaşlarının çarpımı 36 eder.
Ruhi : Bundan pek bir şey anlamadım.
Postacı : Üçünün yaşları toplamı sizin evinizin numarasını verir.
Ruhi : Hala bir şey anlamıyorum.
Postacı : En büyük kızım piyano çalar.
Ruhi : Şimdi anladım.

Kızların yaşları kaçtır?

************************************************** *******

Kafacan'a Ali'yi yakalama görevi verilmiştir. Ne var ki Ali ikiz kardeşi Veli ile aynı evde oturmaktadır ve bu ikizleri birbirinden ayırtetmek olası değildir.
Kafacan ikizlerden birinin daima yalan söylediğini bilmektedir, diğerinin yalancı mı, doğrucu mu olduğu bilinmemektedir.
Kafacan ikizlerden sarı kazaklı olana sorar:
"Adınız Ali mi?"
Sarı kazaklı "Evet" der.
Kafacan daha sonra aynı soruyu kırmızı kazaklıya sorar, kırmızı kazaklının ne yanıt verdiğini biz duyamıyoruz. Fakat Kafacan kırmızı kazaklının yanıtını duymuştur, bu nedenle Kafacan "Pekala Ali, şimdi seni yakalamılıyım" der.
Kafacan bu sözü kırmızı kazaklıya mı sarı kazaklıya mı söylemiştir?

************************************************** *******

Üç suçlu aynı suça katılmaktan yargılanmaktadır. Suçu en ağır olan giyotinle idam edilecektir.
Üç suçludan biri olan A avukatından şu cevabı alır.
- Bildiğim bir şey varsa B ye ölüm cezası verilmeyecektir. C nin B den daha ağır bir suç işlediği kesin. Senin dosyan ise henüz incelenmedi.
Bu bilgiler ışığında A ya ölüm cezası verilme ihtimali nedir?

************************************************** *******

Defineyi Bölmek
İki kişi ıssız bir adada korsanların gömdüğü bir defineyi buluyor. Definenin içinde altın, yakut, elmas, inci vb. gibi değişik değerli eşyalar var.

a) Defineyi bu iki kişi arasında bölmek için öyle bir kural bulun ki ikisi de bunu en haksever bölme olarak kabul etsin.

b) n kişi arasında böyle bir bölme nasıl yapılır?
Cevap

************************************************** *******
5 - 9 - 4 - 8 - ? - 4 - 9

Soru işareti yerine hangi rakam gelmelidir?


************************************************** *******


Manavın iki kefeli bir terazisi var ve 4 adet farklı ağırlığı var.

O bunlarla 1 kilodan 40 kiloya kadar herşeyi tartabiliyor. Manavın elindeki 4 farklı ağırlık nelerdir?

************************************************** ******

Bay X balık avından döndüğünde "tuttuğum balıklardan ikisi dışında hepsi lüfer,ikisi dışında hepsi kefal,

ikisi dışında hepsi uskumru" diyor . Bay X kaç tane balık tutmuştur?

************************************************** *******

Saatinizin akrep ve yelkovanı her 65 dakikada bir üst üste geliyorsa geri mi kalıyordur ileri mi gidiyordur?

Bu hata saate ne kadardır?

************************************************** *******

(k-a) x (k-b) x (k-c) x ... x (k-z) = ?

("x" çarpı işaretini göstermektedir.)

************************************************** *******

Bir suçluya iki kutu ve 10'u siyah, 10'u beyaz olmak üzere 20 top verilir.
Kral suçluya şöyle der: "Bu topları kutulara istediğin gibi yerleştirebilirsin, ben daha sonra senin yanına gelip kapakları kapatılmış bu iki kutudan birini seçeceğim.
Daha sonra bu seçtiğim kutudan gözlerim kapalı olarak rasgele bir top seçeceğim.
Seçtiğim top siyahsa öleceksin, beyazsa yaşayacaksın".

Siz olsaydınız yaşama şansınızı mümkün olduğu kadar arttırmak üzere topları kutulara nasıl koyardınız?

************************************************** *******

BEŞİKTAŞ = 3
FENERBAHÇE = 1
GALATASARAY = 0
TRABZONSPOR = ?
İSTANBULSPOR = 1
GENÇLERBİRLİĞİ = 5
Soru işaretinin yerine hangi rakam gelmelidir?

************************************************** ******

Yangın Var

Bir gemi kazası sonrası 4 kişi okyanusun ortasındaki küçük bir adada mahsur kalır. Ada tamamen kurumuş otlarla kaplıdır. Bir gün sabah kalktıklarında, adanın diğer tarafında yangın çıktığını ve üzerlerine doğru ilerlediğini görürler. Belli bir süre sonra yangın tüm adayı yakıp kül etmiştir ama 4 adam hala hayattadırlar.

Bu nasıl olmuştur?

(Yangın esnasında kesinlikle suya girmemişlerdir. Kaya vb. cisimlerin üzerine çıkmamışlardır. Bu, Avustralya'da kullanılmış gerçek bir yöntemdir.)

Descartes'in Matematik Felsefesi



Giriş.

Descartes'ın modern felsefenin ve birçok yönden modern matematiğin ve matematiksel fiziğin babası olduğu yaygın olarak kabul edilir. Bununla birlikte, Descartes'ta neyin yeni olduğu birçok tartışmanın odağını oluş turmuştur. Bundan dolayı, Descartes'ın matematik felsefesini irdelerken asılsız bir Descartes üzerine değil tarihsel verilerden hareketle “otantik” bir Descartes üzerine eğilmek daha anlamlı olacaktır.

Bu yazıda, yazdıklarından yola çıkarak, Descartes'ın özellikle matematik felsefesinin ana hatlarını ele almakla kendimizi sınırlandıracağız. Bunun yanısıra Descartes'ın matematik hakkındaki görüşlerinin zamanla nasıl ve neden değiştiğini inceleyeceğiz. Ayrıca, Descartes'ın görüşlerinin Heidegger tarafından sunulan bir eleştirisini kısaca sunacağız.



1596'da Fransa'da doğmuştur. Eğitimini Cizvit Katoliklerinin bir okulunda tamamlar. 19 yaşında Hukuk Fakültesi'ne kaydolur ve bir yıl sonra okulu bitirir. Hukukçu olarak yaşamını sürdürmektense orduya katılır. 1619'da, bütün bilgiyi sağlam temellere oturtmaya dair meşhur rüyasını görür ve çalışmalarına başlar. Descartes'ın hayatı boyunca düzenli bir işi olmamış, ailesinin kaynaklarıyla geçinip, ömrünü bilimsel ve felsefi araştırmalara adamıştır. 1620'li yıllardan itibaren yoğun araştırmalara imza atmış ve Avrupa'nın muhtelif bölgelerine seyahatlerde bulunmuştur. 1628'de Hollanda'ya taşınmış ve sonraki yirmi bir yılını orada bir münzevi olarak araştırmalar yapmakla geçirmiştir. 1649'da Kraliçe Christina'nın davetiyle İsveç'e gidince Descartes – alışkanlığının aksine - sabahları çok erken vakitlerde Kraliçe'ye ders vermeye başlar. Bölgenin sert iklimi sabahın soğuğuyla birleşince, Descartes zatürree olur ve İsveç'e gelişinden altı ay kadar sonra ölür.



Mathesis Universalis.

Ortaçağ ve Rönesans boyunca, Avrupa'daki Aristoculuğun veya skolastizmin etkisinden dolayı, diyalektik veya mantık, eğitimin en önemli disiplini olarak kabul edilmiştir. Descartes, 1619-1628 yılları arasında tuttuğu notlardan oluşan ve ölümünden sonra yayınlanan Regulae adlı çalışmasında birçok kez diyalektiğe saldırır ve matematiği (Descartes'ın deyişiyle aritmetikle geometriyi) kesinliğinden dolayı över [1]. Descartes'ın düşüncesinde matematik merkezi konumdadır, öyle ki bu düşünceler bir tür matematikçilik (matematisizm) olarak nitelendirilmiştir [7]. Descartes, Regulae'de sağlam herhangi bir bilginin matematiksel kanıtların kesinliğini taşıması gerektiğini iddia etmiş ve mathesis universalis (evrensel öğrenme) fikrini genel yöntemini geliştirmek için kullanmıştır. Aslında mathesis universalis Descartes'tan çok önceleri kullanılan bir kavramdır; 16'ıncı yüzyılda mathesis universalis'i kullananların başında Adriaan van Roomen adlı matematikçi gelir. Kavramın kökeni, Aristo'nun prima philosophia kavramına kadar geri götürülür [7].

Regulae'de diyalektikçilerin veya mantıkçıların uzun çıkarım zincirlerinin hiçbir işe yaramadığına değinen Descartes, aritmetik ve geometrinin katıksız düşünceyi esas aldıkları için deneyin neden olabileceği muhtemel yanlışlara maruz kalmadığını belirtir.

Kural II'de aritmetik ve geometrinin kanıtlarının kesinliği kadar kesinlik taşıyan nesnelerle ilgilenmeliyiz der. Yine aynı kısımda şöyle der: Bilinen bütün disiplinler içerisinde, sadece aritmetik ve geometri yanlışlık ve belirsizliğin her tür kusurundan arıdır [1, s. 120].

Aritmetik ve geometrinin övülmesinin nedeni bu disiplinlerde deneye başvurmaksızın saf akılla çıkarım yapılmasıdır. Descartes her ne kadar çıkarımı övse ve ön plana çıkarsa da, Kural III'te aritmetik ve geometride sezginin öneminden de bahseder. Dolayısıyla Descartes'a göre sezgi de bilimsel bilginin elde edilmesi için gereklidir.

Descartes, kesinliğe giden yolun sağlam bir yöntem gerektirdiğini vurguladığı Kural IV'te mathesis universalis'i tanıtır. Mathesis universalis Kural IV'te bir disiplin olarak sunulur (ki bu şimdilerde mathesis universalis hakkındaki genel kanının yanlış olduğunu gösterir): Descartes'a göre mathesis universalis bütün disiplinleri kapsayan veya onları bir kenara iten bir tasarım olmaktan ziyade, bütün disiplinlerde bilimsel bilgi üretiminde kullanılabilecek türden heuristik bir rolü olan rehber bir disiplindir. Başka bir deyişle, Descartes için mathesis universalis, geometri, aritmetik ve diğer matematiksel disiplinler gibi bir disiplindir; bununla birlikte, o, bütün bilimsel bilgi üretiminde buluş yapmaya yarayan bir tür kılavuz olduğu için diğer disiplinlerden önceliklidir, daha özeldir. Bu cümlenin daha iyi anlaşılması için, Descartes'ın aktif bir matematikçi olarak çalışmalarını yürüttüğü ve kendisini sağlam sonuçlara ulaştıracak yöntemler arayışında olduğu hatırlatılmalıdır. Descartes, mathesis universalis'in tam olarak neyi içerdiği hakkında herhangi bir şey söylemiyor, sadece mathesis universalis'in diğer matematiksel disiplinlere nazaran daha basit olduğu veya daha az zorluğa sahip olduğunu belirtmekle yetiniyor.

Özetle, Descartes'ın yazısında, mathesis universalis matematiksel disiplinler içerisinde örnek bir disiplin olarak sunuluyor. (Mathesis universalis'i daha sonra hayli geliştirecek ve Descartes'tan farklı anlamlar yükleyecek olan Alman matematikçi ve filozof Leibniz'dır.) İşin ilginç tarafı, Descartes'ın yazılarında mathesis universalis sadece Regulae'de kullanılmıştır. Peki, Descartes'ın sonraki yazılarında matematiğe bakışı değişmiş midir? Bu soruyu cevaplamak ve Descartes'ın sonraki düşüncelerini daha iyi anlamak için, Descartes'ın mathesis universalis görüşünün sorunlarına değinelim.

Japon matematik tarihçisi Chikara Sasaki'nin belirttiği gibi [7, s. 361-2], Descartes'ın mathesis universalis görüşü veya daha genel olarak bu dönemdeki matematik görüşü iki açıdan hayli sorunludur. Birincisi, van Roomen'in iddia ettiği gibi, matematiksel ilkelerin matematiksel kanıtı sunulamaz; burada ilkesel bir sorun veya bir tür kavramsal olanaksızlık söz konusudur. (Sasaki'nin hatırlattığı gibi, yirminci yüzyılda Brouwer ve Poincaré gibi matematikçi-filozoşar, bunu daha düzenli bir şekilde ortaya atmışlardır.) İkinci sorun, Descartes mathesis universalis'in diğer disiplinlere göre daha kullanışlı ve basit olduğunu iddia etmiş ama böyle bir disiplinin nasıl geliştirileceği onusunda bir şey belirtmemiştir. Bu iki hususun ötesinde, Sasaki'nin gösterdiği gibi, Descartes'ın sonraki görüşlerini derinden etkileyecek husus, Descartes'ın Pyrrhoncu şüphecilikle karşılaşması ve buna karşı verdiği entelektüel kavgaydı. Şüpheciler matematik dahil her şeyden şüphe duymalarıyla öne çıkmışlar. Dahası, matematiğin kesinliği yerine başka bir şey inşa etmek gayesi gütmemiş, onu parçalamayı hedeflemişlerdir.



Cogito, Ergo Sum.

Descartes bahsi geçen şüphecilere karşı entelektüel mücadelesi sırasında meşhur cogito, ergo sum veya ego cogito, ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) formülleştirmesine varmıştır. 1637'de yazdığı Yöntem Üzerine Söylev adlı kitabında Descartes, en basit geometrik kanıtlarda bile hata yapan insanlarla karşılaştığını, bunun üzerine kendisinin de başkaları gibi yanlış yapma ihtimalinin bulunduğunu ve dolayısıyla eskiden kesin diye kabul ettiği kanıt ve argümanların tümünü şimdi yanlış/geçersiz diye reddettiğini belirtir [1]. Descartes, böylece, matematiksel önermelerle ilgili daha önceki görüşünü reddeder.

1644'te yazdığı Felsefenin İlkeleri'nde de benzeri görüşleri ifade eder. Örneğin, “Neden matematiğin kanıtlarından bile kuşku duyabiliriz?” başlıklı beşinci ilkede Descartes şöyle der: Eskiden bize doğru görünen tüm şeylerden − hatta matematiksel kanıtlardan ve hatta şimdiye kadar kendiliklerinden besbelli olduklarını düşündüğümüz ilkelerden − insanlar bu konularda zaman zaman hata yaptıkları ve bize yanlış görünen şeyleri kesin ve kendiliklerinden besbelli kabul ettikleri için […] şüphe duyacağız [2, s. 113].

Descartes'ın matematiğin kanıt ve ilkelerine dönük görüşlerini değiştiren bu tür akıl yürütmelerde, Descartes'ın yöntemsel (veya hiperbolik) şüphecilik yaptığı belirtilmelidir; buna göre, hakkında şüphe veya kuşku duyulabilen bir şey yanlıştır. Yöntem Üzerine Söylev'de özetle şöyle bir akıl yürütmede bulunur: Rüyada birçok şey görürüz ama bunlar gerçekte var olmayan şeylerdir; dolayısıyla duyu organlarımıza güvenemeyiz; nasıl rüyada düşündüklerimize ve vardığımız sonuçlara güvenemezsek, uyanıkken de bunlardan emin olamayız. Yaşam bir rüya olabilir. (Rüyada gördüklerimizi gerçek sanmaz mıyız?) Ya da kötü bir ruh bizi aldatıyor, duyularımızı yönlendiriyor ya da bir biçimde bizi yanlış düşüncelere sevkediyor olabilir. Descartes, böylece, bütün düşüncelerin yanlış olduğunu kabul ederek düşünme serüvenine devam eder. Fakat bütün düşünceler yanlış olsa bile, bu yanlış fakat var olan düşünceleri düşünen bir ego (ben) vardır: cogito, ergo sum. Düşünerek her şeyden kuşku duyan bir “ben” olmalı. Descartes böylece bütün şüphecilere karşı kesin olan bir şey bulmuştur!

Descartes, birçok kişinin sandığı gibi, “düşündüğüm için varım (düşünmeseydim olmazdım)” dememiştir. Descartes var olduğunun kesinliğini düşünerek (daha doğrusu kuşku duyarak) anladığını söylemiştir. Dolayısıyla yalnızca bu veriden hareket ederek Descartes'ın idealist bir filozof olduğunu öne sürmek çok yanlıştır. Düşünmek, idealist ya da materyalist filozof, hatta filozof ya da değil, herkesin başvurduğu bir eylemdir!

1641'de yazılan Metafizik Üzerine Meditasyonlar adlı eserinde de Descartes, sözkonusu düşüncesini ayrıntılı bir şekilde sunar [2]. Descartes, kendi vücudunun varlığını duyu organlarıyla anlamaya çalışmanın geçersiz olduğunu belirttikten sonra, kendisi için “düşünen şey” demenin kesin olduğunu belirtir.

Descartes, cogito üzerine inşa ettiği felsefi görüşlerinde Tanrı'nın bir kanıtını sunduğunu da iddia eder. Burada bizi ilgilendiren, sözkonusu ve benzeri kanıtlardan ziyade, Descartes'ın matematik felsefesinde Tanrı'nın işgal ettiği konumdur. Sasaki'nin ifade ettiği gibi, Descartes matematiksel gerçekleri teolojik ve metafizik açıdan ele alır: Tanrı, sonsuz bir güçtür ve dilerse matematiksel önermelerin tersini doğru kılabilir. Tanrı, mükemmel olduğu için yarattıklarını aldatmaz ve bundan dolayı matematiksel hakikatlerin doğruluğu garanti altındadır. Dahası, Descartes'a göre, ancak Tanrı'ya inanan insanlar matematiksel hakikatleri tatminkâr bir dayanakla kabul edebilirler; Tanrı'ya inanmayan biri, “üçgenin iç açıları toplamı iki dik açının toplamına eşittir” önermesi gibi bir önermenin doğruluğu konusunda aldanıp aldanmadığını bilemez. Descartes'ın cogito, ergo sum'u keşfetmesine yol açan nedenlerden birinin şüphecilerin matematiğin kesinliğini eleştirmeleri olduğuna değinmiştir.

Aslında Descartes, matematiksel kanıt ve ilkelerin kesinliğini yeniden doğrulamayı da amaçlıyordu. Fakat, değindiğimiz üzere, bunu matematiksel önermelerin ve ilkelerin garantörü Tanrı hipotezi aracılığıyla ortaya koymaya çalıştı. Burada felsefi olarak büyük bir sorun var. Sasaki'nin deyişiyle, “Descartes, matematiksel kanıtların kesinliğini yeniden kurmak konusunda fazla aceleci davranmıştı” [7, s. 387]. Şöyle ki, Descartes sözgelimi “üçgenin iç açıları toplamı iki dik açının toplamına eşittir” ifadesinin doğruluğunu Tanrı'nın garanti altına altığını düşünmüştü. Oysa, bugün biliyoruz ki, Öklit'in paralel postulatının olumsuzu ile başka türlü matematiksel sonuçlara varabiliriz. Bugünkü anlayışa göre, aksiyomlar mutlak doğru değil de doğru olarak kabul edilen önermelerdir, dolayısıyla aksiyomlardan türeyen teoremlerin mutlak doğruluk gibi bir iddiası yoktur; kabule dayalı oluğundan teoremler koşullu bir doğruluk değerine sahiptirler. Özetle, matematiksel doğrular, Descartes'ın sandığının aksine, ontolojik veya mutlak bir özelliğe sahip değil, koşullu doğruluk değerine sahiptir.



Kartezyen Devrim ve Modernite.

Moderniteyi nitelendiren en önemli husus belki de, radikal bir kopuş tezi ve bütün yeniliklerin kendisiyle başladığı sanısıdır. Descartes ilk modern filozof sayılıyorsa, bunun sebebi bu tez ve sanıda aranmalıdır. Aristoculuğa meydan okuyan Descartes'ın kendi beslendiği kaynaklara, sözgelimi hocası Beeckman ve Kepler'e karşı tutumu, Platon'un vefasız öğrencisi, “anasının memelerini kuruttuktan sonra, ona tekmeler savuran bir taya” benzeyen Aristo'yu anımsatır. Descartes yazılarında kendini yepyeni bir şey sunan biri olarak gösterir. Son zamanlarda Descartes üzerine yapılan çalışmalar, Descartes'ın kendi sunumunun pek de gerçeği yansıtmadığını ortaya koymuşlardır. (Bir özet için bkz. [4]). Descartes'ın düşünceleriyle aldığı Cizvit eğitimi arasındaki sıkı bağlar gözden kaçmamalıdır: “Kartezyen özyaşam (otobiyografi) aslında bir Cizvit özyaşamdır” [4]. Descartes'ın düşünceleri de kendi devrinin bir ürünüydü; Latince bir ifade vardır: Veritas filia temporis (Hakikat zamanın çocuğudur.) Descartes'ın yazılarını okuyan biri, inançlı bir Katolik'le karşı karşı olduğunu hemen fark eder. Heidegger'in dediği gibi, “Descartes'ın ortaçağ skolastiğine ‘bağımlı' olduğunu ve onun terminolojisini kullandığını Ortaçağı bilen herkes görür” [4, s. 46]. Buna rağmen, aşağıda değineceğimiz üzere, Descartes'ın modern düşüncenin kuruluşunda çok önemli bir rolü olmuştur.

Descartes'ın modern felsefedeki konumunu ele almak için, ona yirminci yüzyılda yönlendirilen eleştirilere bakmak kestirme bir yoldur. Descartes'a en köklü eleştiri Alman filozof Martin Heidegger tarafından getirilmiştir. Heidegger'e göre, Kartezyen varlık ve gerçek anlayışı (Nietzsche dahil) modern metafiziği şekillendirmiştir. Descartes'la birlikte, “var olmak, temsil edilmenin nesnelliği olarak” ve “gerçek, temsil edilmenin kesinliği olarak tanımlanmıştır” [6, s. 127].

Descartes'ı modern felsefenin kurucusu yapan şey, onun cogito temelli bir epistemoloji peşinde olmasıydı. Oysa Heidegger'e göre yapılması gereken, ontolojik bir çözümleme sunmaktı [5]. Çünkü, felsefenin temel sorusu varlığın anlamına ilişkin olduğu halde, Descartes kendi araştırmasında “sum”un varlığının anlamını belirsiz bırakmıştı. Ayrıca, Kant hariç kartezyen gelenekteki bütün filozoflar zamanı gözardı etmişlerdi. Fakat Heidegger'e göre Kant'ın da unuttuğu şey, Dasein'ın (insan varlığı) bir ontolojisini veya “öznenin öznelliğinin ontolojik bir çözümlemesini” sunmaktı. Böyle bir çözümleme sonucu ancak Descartes'ın düalist anlayışının geçersiz olduğu anlaşılabilir. Düalist düşünce gereği, düşünen özne (cogito, res cogitans veya ego) ile üzerine düşünülen nesneler veya şeyler (sum veya res extensa) birbirinden kesin şekilde ayrılmıştır. Oysa, Dasein veya insanın varlık türü temelde dünyada-var-olandır; yani insanın varlığı ele alındığı zaman özne ve nesne arasında Descartes'ın sandığı türden bir ayrım yapılamaz. İnsan varlığı bir çöp kutusu veya bir kalem gibi bir varlık türüne sahip değildir, dolayısıyla Descartes'ın sandığı “res cogitans”tan kopuk bir “res extensa” gibi algılanamaz.

Heidegger'in Descartes'a eleştirilerinin kökeni, modern dünyada her şeyin ölçüsünün hesapsal olana indirgenmesi ve bunun doğurduğu sorunlardır [3]. Heidegger'e göre, hesaplama, varlığın unutulmasında önemli bir rol oynamıştır. Modern teknoloji hesaplamaya dayalıdır ki bu hesaplama belli bir matematiksel düşüncenin ürünüdür. Heidegger'e göre, ratio kavramı Aristo'da da bulunur ama Descartes ile birlikte ratio matematiksel bir hüviyet kazanmıştır artık. Varlığı hesaplanabilir ve niceliksel olarak ölçülebilir olarak tasarladığı için Descartes ile birlikte modern teknoloji ilk defa metafiziksel olarak mümkün olmuştur. Modern fiziğin matematiksel karakteri modern teknolojinin özü için yolu döşemiştir. Teknolojinin özü daha çok varlığı hesaplanabilir olarak görmesi ve dolayısıyla kontrol edilebilir olarak tasarlamasında yatar.



Sonuç. Kartezyen düşüncede matematiksellik her şeyin ölçüsüdür. Her ne kadar Descartes Regulae'den sonraki dönemdeki düşüncesinde cogito'yu matematiksel kesinliğin önüne koymuş olsa da, sözgelimi Yöntem Üzerine Söylev'de bilgiyi temelinden yeniden ele alırken veya onu reform etmek için öneriler ortaya atarken, birincil örneği matematiktir. Bir başka deyişle, Descartes'ın sonu gelmez arayışının hedefi hep aynı olmuştur: kesinlik. Tanrı'nın varlığının bir tür matematiksel kanıtını vermeye çalışırken bile Descartes'ın güdüsü kesinlikten başka bir şey değildir. Metafizik Üzerine Meditasyonlar'da kanıtlarının titizliğinden dolayı geometricilerin yöntemi (yani çıkarım) dışında bir yöntem izlemesinin mümkün olmadığını söyler. Yine aynı çalışmada Descartes, doğa bilimlerinin doğada var olan şeylerle ilgilendiği için şüpheli olduğu, oysa matematiğin sadece düşünceyle ilgilendiği için şüpheden uzak olduğunu belirtir. Öyle ki, Descartes'a göre, matematik, düşüncenin kendisiyle ilgilendiği için matematiksel nesnelerin var olup olmaması sorunu yoktur, uykuda da olsak uyanık da olsak matematiksel düşünceler için bir kusur söz konusu değildir. Böylece Descartes, beşinci meditasyonda, aritmetik ve geometriyi ve daha genel olarak katıksız veya soyut matematiği duyu organlarıyla elde edilen bilginin üstüne koyar. Tanrı düşüncesini (ve kesinliğini) ise matematiksel düşünce (ve kesinliği) ile aynı kategoriye koyar. Hatta kimi zaman, matematik dahil bütün kesin bilginin kaynağının Tanrı düşüncesi olduğunu söyler. Descartes'ın bütün bilimleri reform etme projesini 1619'da (Almanya'nın Ulm şehrinde) gördüğü rüyada hayal ettiğinden bahsetmiştik. Descartes, bunun kendisine ilahi bir ikaz olduğuna inanır ve çalışmalara koyulur. Modern rasyonalist düşüncenin temsilcisi hiperbolik şüpheci Descartes'ın kesinlik peşindeki bütün çabası için başlangıç esinini bir rüyadan almış olması garip değil mi?

KANT'TA MATEMATİĞİN FELSEFİ TEMELLERİ - 1


Doç. Dr. Şahabettin Yalçın
Bundan yaklaşık dörtyüz yıl kadar Önce Galileo ".. .bu yüce kitap yani evren... matematik diliyle yazılmıştır; onun harfleri de üçgenler, daireler ve diğer geometrik şekillerdir. İnsanoğlu bunları kavramadan ondan bir sözcük bile anlayamaz ve karanlık labirentlerinde dolaşmaya mahkum kalır" demişti. Galileo'dan sonra özellikle Newton'la bu görüş, doğal bilimlere hakim olmuş ve hakimiyetini hâlâ sürdürmektedir. Rönesansla başlayan doğal bilimin nicelikselleştirilmesi çalışması bu alanda büyük başarıların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Doğal bilimlerin nicelikselleştirilmesi, tabiatiyle, doğanın niteliksel yönünün gözden kaçırılması gibi olumsuz bir sonucu da beraberinde getirmiştir. Matematiğin doğal bilimlerde kullanılması demek olan bu süreçte doğal bilimler, özellikle de fizik, Newton'la büyük bir gelişme göstermiş ve fizikteki bu gelişmeyi görenler, matematiği diğer doğal bilim alanlarına da yaymaya girişmişlerdir. Bu alanlarda da başarı sağlanınca matematiğin doğanın dili olduğu konusunda büyük bir mutabakat ortaya çıkmış ve matematiğe olan güven artmıştır. Ancak matematiğin doğanın ve dolayısıyla doğal bilimlerin dili olduğu düşünülünce akla hemen şu soru gelmektedir: a priori yani vrensel ve zorunlu doğrulara sahip matematik nasıl oluyor da ampirik ve dolayısıyla mümkün (contingent) bir alana yani doğaya uygulanabilmektedir?

Bilindiği gibi Batı felsefe tarihinde özellikle empiristler, matematiksel doğruların analitik yani bilgimize bilgi eklemeyen a priori önermeler olduğunu öne sürmüşlerdir. Örneğin Hume, matematiksel önermelerin 'fikirler arası ilişkileri' ifade ettiğini ve bu nedenle de informatif olmadığını iddia etmiştir. Ancak bu görüşte bir sorun vardı. Nasıl oluyor da bilgi vermeyen bir niteliğe sahip olan matematik, ampirik ve sentetik olan yani bilgimizi genişleten doğal bilimin dili oluyordu? Bu soru Batı felsefe tarihinde birçok filozof tarafından sorulmuş ama ekseriyeti tatmin eden bir yanıt henüz bulunabilmiş değildir. Bazıları bu sorunun zorluğunu görüp mistik cevaplar verme yoluna bile gitmişlerdir. Örneğin Nobel ödüllü fizikçi Wigner, matematiğin doğaya uygulanışını bir mucize olarak değerlendirmiştir: "Matematik dilinin fizik yasalarının ifade edilmesine elverişli olması mucizesi, anlayamadığımız, harikulade bir lütuftur".

Matematiğin doğal bilimlere uygulanması sorunsalına bir yanıt da büyük Alman filozofu Kant'tan gelmiştir. Kant bu soruya matematiksel yargıların analitik olmadığını söyleyerek kendi bilgi kuramı çerçevesinde yanıt aramıştır. Kant'a göre matematiksel önermeler, hem evrensel ve zorunludur, yani a prioridir hem de bilgimizi genişletirler yani sentetiktirler. Kant'ın terimleriyle söylersek matematiksel önermeler 'sentetik a priori'dir. Aşağıda ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi, Kant, matematiğin doğayla hissetmenin saf formları olan zaman ve mekan vasıtasıyla ilişki kurduğunu söyler. Matematik, nesnel gerçekliğini ancak doğayla yani duyu nesneleriyle kurduğu ilişki sayesinde kazanır.

Eğer, böyle olmasaydı matematik içi boş analitik önermelerden öteye gidemezdi. Bilindiği gibi Kant'a göre zaman ve mekan 'kendinde şeylerin' değil, hissetme kapasitemizin saf yani a priori formları olup tüm tecrübi bilginin önşartıdırlar. Ama zaman ve mekan aynı zamanda geometri ve aritmetiğin nesnelerinin 'görüsel' hammaddesini de sağlarlar; yani bir anlamda matematiksel yargıların da önşartıdırlar. Dolayısıyla, zaman ve mekan hem ampirik bilgimizin önşartı hem de aritmetik ve geometrinin 'görüsel' dayanağını teşkil ettiğinden matematik ile doğanın ilişkisi böylece kurulmuş olmaktadır. Bu makalede Kant'ın matematik felsefesi ele alınacak ve onun yukarıda bahsi geçen probleme nasıl bir çözüm getirdiği gösterilmeye çalışılacaktır.

Tarihsel Arkaplan

Platon'a kadar geri götürülebilen geleneksel bakış açısına göre matematiksel bilgi, tecrübeden bağımsız elde edilebilen salt rasyonel bir bilgidir. Platon, matematiksel nesnelerin, ampirik alemden bağımsız ve değişmez bir gerçeklikleri olduğunu ve dolayısıyla matematiksel bilginin de evrensel ve değişmez olması nedeniyle ampirik bilgiden üstün olduğunu iddia etmiştir. Gerçi Platon'dan sonraki dönemde matematiksel nesnelerin ayrı bir alemde gerçeklikleri oldukları görüşü terkedilmişse de bu bilginin a priori yani tecrübeden bağımsız elde edildiği fikri, felsefe tarihinde özellikle rasyonalistler arasında geniş kabul görmüştür. Matematiksel bilginin, kaynağı itibariyle, nihayette tecrübeye dayandığını iddia eden bazı empiristler bile bu bilginin kendisinin analitik olmasi dolayısıyla evrensel ve zorunlu olduğunu kabul etmişlerdir. Descartes'la başlayan modern dönemde rasyonalistler ve empiristler arasındaki ciddi tartışma konularından birini teşkil eden matematiksel bilginin mahiyeti, bu iki kamp tarafından farklı biçimlerde algılanmıştır. Rasyonalistler, matematiksel bilginin a priori mahiyetini öne sürerek onu akli bilginin bir örneği olarak takdim ederken yani salt akla dayanan bilginin mümkün olduğu iddiasını doğrulama arayışındayken empiristler, matematiksel bilginin analitik olduğunu ve idealar arası ilişkileri ilgilendirdiği için bilgiyi genişletici bir mahiyet taşımadığını söyleyerek karşılık vermişlerdir.

Bir rasyonalist olarak Descartes matematiksel bilginin evrensel ve akli karakterine vurgu yaparak onun nesnelerinin de akli ve dolayısıyla değişmez olduğunu söylerken bir başka rasyonalist olan Leibniz matematiksel bilginin deneyden bağımsız akıl bilgisi ('truth of reason') ama analitik olduğunu iddia etmiştir. Matematiksel doğruların çelişmezlik yasası temelinde ispatlanabileceğim öne süren Leibniz, bunlar arasında bir özdeşlik olduğunu belirtir:

"Zorunlu hakikatlar, içerdikleri terimlerin tahliliyle ispatlanabilen özdeş doğrulardır; tıpkı cebirde nasıl değerler yerine konulduğunda özdeşliğe yahut eşitliğe ulaşılması gibi. Yani, evrensel hakikatler, çelizmezlik ilkesine dayanır".

Hatta Leibniz, bazan evrensel ve zorunlu hakikatlerin sadece matematikle elde edilebileceğini söyler: "Leibniz'e bakılırsa, zorunlu ile evrensel hakikatlere yalnızca salt matematikte, bahusus aritmetik ile geometride ulaşılabilir". Bu kimliği dolayısıyla matematiksel yargıların ampirik dünyayla bir ilişkisinin olması imkansızdır, zira ampirik dünyanın nesneleri zorunlu ve ezeli olmayıp mümkün ve değişkendir.

Öte yandan, empiristleri en iyi temsil ettiği kabul edilen filozof olan Hume ise matematiksel bilginin sahip olduğu kesinlik dolayısıyla deneysel bilgiden farklı (bilindiği gibi bir empirist olarak Hume'a göre deneysel bilgide zorunluluk ve mutlak kesinlik sözkonusu değildir) ve ideler arası ilişkileri ('relations of ideas') ifade ettiği için de analitik olduğunu iddia etmiştir. Hume'a göre matematiksel önermeler, "...doğadaki hiçbirşeye dayanmadan salt zihin faaliyeti ile keşfedilebilirler. Doğada bir daire yahut üçgen bulunmamasına karşın Öklid'in ispat ettiği doğrular kesinliğini ve kanıtını ebediyyen koruyacaktır". Ancak aşağıda göreceğimiz gibi, Hume gibi düşünmeyen bazı empiristler, matematiksel bilginin kaynağının tecrübe olmasına ve dolayısıyla bu bilginin analitik değil sentetik olmasına yani dünya üzerine bilgi veren önermeler içermesine karşın onun kesin olduğunu öne sürmüşlerdir.

Kant ise matematiksel bilginin analitik olmadığını söyleyerek empiristlerden ve onun deneyimden tamamen bağımsız olmadığını iddia ederek de rasyonalistlerden ayrılır. Kant'a göre matematiğin (geometri ve aritmetiğin) yargılan, analitik değil, sentetik a prioridir ve bu nedenle de evrensel ve zorunludur. Kant'ta yargıların sentetik olmaları demek onların bilgimizi genişleten yargılar olması ve a priori olmaları da onların doğrulanması ya da yanlışlanması için ampirik mesnetlere dayanmaması demektir ki, bu da onların zorunlu ve evrensel olması demektir. Yani matematiksel yargılar, hem ampirik önermeler gibi bilgimizi genişletirler, hem de analitik önermeler gibi zorunlu ve evrenseldirler. Kant, matematiksel yargıların sahip olduğu zorunluluk ve evrensellikten dolayı ampirik yargılardan ve içeriksiz olmamaları sebebiyle de mantık yasalarından farklı olduğunu iddia eder. Peki bir yargı nasıl hem a priori yani hem evrensel ve zorunlu ve hem de bilgimizi arttırıcı yani sentetik olabilir? Bu soru Kant'ın The Critique of Pure
Reason (Saf Aklın Eleştirisi) adlı kitabının temel konusunu teşkil eder. Adı geçen kitap, bir bakıma sözkonusu yargıların nasıl mümkün olduğunu göstermek için yazılmıştır. Bu iddia, Kant'ın bilgi kuramının temel bir tezi olduğundan ve Kant'ın matematik felsefesi de onun bilgi kuramının ayrılmaz bir parçasını teşkil ettiğinden önce Kant'ın bilgi felsefesine kısaca değinmemiz gerekiyor.

Kant'ın Bilgi Kuramı

Kant'ın bilgi kuramı şu temel varsayıma dayanır: Bilgimiz, zihnimiz ile nesnelerin etkileşiminin bir sonucudur ve tüm bilgi nesneleri zihnimizin a priori kavram ve ilkelerine uymak zorundadır. Bilgiyi, nesnelerin formlarının zihnimizdeki yansıması olarak tanımlayan Aristotelesçi bilgi kuramını reddeden Kant'a göre eğer bilgi bu şekilde meydana gelmiş olsaydı o zaman genelde a priori bilginin özelde ise bu bilginin bir parçası olan matematiksel yargıların izahı imkansız olurdu, zira doğanın kendisinde a priori bilginin temel nitelikleri olan zorunluluk ve evrensellik bulunmamaktadır. Başka bir şekilde ifade edersek, Kant'a göre eğer nesneler kendi başlarına dışımızda varolsalardı o zaman ontolojik olarak onlardan tamamen farklı olan insan zihninin kavramlar vasıtasıyla onlarla ilişki kurması olanaksız olurdu. Y. Koç'un gayet vazıh bir şekilde ifade ettiği gibi "...kavram ile nesne farklı mekanlarda olacakları için birbirlerinin altına düşmeleri mümkün olamazdı".

Epistemolojideki bu değişimi 'Kopernik Devrimi' olarak adlandıran Kant, The Critique of Pure Reason'da (bundan böyle kısaca CPR) bunu şu ifadelerle dile getirir: "Şimdiye kadar hep bilgimizin nesnelere uyması gerektiği iddia edilmiştir. Ne var ki, bu varsayıma dayanarak kavramlar vasıtasıyla nesnelerin a priori bilgisini edinmek hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu nedenle, nesnelerin bizim bilgimize uyması gerektiğini düşünürsek belki daha başarılı sonuçlar alabiliriz. Bu da istediğimiz sonuca yani nesneler verilmeden önce onlar hakkında a priori bilgiye ulaşmamızı sağlar".

Kant'a göre bilgi, bilen özne ile 'kendinde şeylerin' (noumena) etkileşiminin bir sonucudur. Zihnimiz, bilginin içinde şekillendiği saf (a priori) formları (zaman ve mekan) ve kavramları (kategoriler) ile saf ilkeleri sağlarken kendinde şeyler de hissetme kapasitemizi etkilemek suretiyle bilginin içeriğim yani hammaddesini sağlarlar. Görülüyor ki, Kant'a göre bilgi, iki farklı unsurdan yani hissetme kapasitesinden gelen duyusal içerik ile zihnimizin iki melekesinden (hissetme ve idrak: Sinnlichkeit ve Verstand) gelen formların etkileşiminden oluşmaktadır. Bilginin formunun bilen özneden gelmesi yani nesnelerin bizim a priori formlarımıza uymaları nedeniyle Kant felsefesinde biz, eşyayı bizatihi kendinde şeyler olarak değil, bize göründükleri haliyle biliriz. Bu yüzden Kant, bilgi nesnesi olan aleme 'görüngüler alemi' (phenomena) adını verir. Zira Kant'ın transandantal felsefesinde nesneleri kendinde şeyler olarak bilmek olanaksızdır.

İki bilgi melekemizden hissetme kapasitemiz, pasif bir meleke olup 'kendinde şeyler'den aldığı 'görüleri' (Anschauungen) saf zaman ve mekan formu içerisinde düzenleyip onlara birlik kazandırırken, idrak kapasitemiz ise sahip olduğu saf kavramlar yani kategoriler yardımıyla bu görüleri bilince taşır yani onları bilmemizi sağlar. Başka bir ifadeyle söylersek, hissetme kapasitemiz vasıtasıyla nesneler bize verilirken, idrak kapasitemizle de bunları bir kavram altına getiririz, yani onları düşünürüz. Bu iki kapasite birbirinin işini yapamadığı gibi biri olmadan öteki işe yaramaz; bilgi ancak bu ikisinin işbirliği sonucu meydana gelir. Yani Kant'a göre görü ve kavram olmadan bilgi mümkün değildir. Kant bunu mecazi olarak şu şekilde dile getirir;

"İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız görü ise kördür".

Kant, bilgi edinme sürecinin üç katmanlı bir sentez süreci olduğunu söyler. Sentez ise duyulardan alınan görülerin birbiriyle irtibatlandınlması, düzenlenmesi ve nihayet bir kavram altına getirilmesi işlemidir. Bu sentezleme işlemim 'muhayyile' kapasitemiz yapar. Kant'ın 'transandantal muhayyile' adını verdiği bu kapasite, hissetme kapasitemiz ile idrak kapasitemiz arasında bir köprü vazifesi görür. Duyulardan gelen görü ile idrakimizin sağladığı saf kavramlar mütecanis olmadığı için bu ikisini ikisiyle de ortak yanı bulunan transandental şema (transandantal şema ise zamanın transandantel belirlenimidir) yardımıyla birbirine bağlar.

Muhayyilenin nasıl işlediği ve mahiyetinin ne olduğu konusunda Kant bize pek fazla birşey söylemez. Zaten kendisi muhayyileyi "ruhumuzun derinliklerinde yer alan hemen hemen hiç farkında olmadığımız, ruhumuzun kör ama vazgeçilmez bir fonksiyonu" olarak tanımlar. Biraz önce ifade ettiğimiz gibi, duyulardan gelen görüler bir birliğe ve bütünlüğe sahip değildir; onlara birlik ve bütünlük veren ve sonra da kavram altına getiren bu sentezleme işini yapan transandantal muhayyiledir. Başka bir deyimle, Kant'a göre doğanın kendisinde birlik ve düzen mevcut değildir; doğaya kavramlar vasıtasıyla düzen ve birlik veren bizim zihnimizdir: "...Doğa adım verdiğimiz görüngüler dünyasındaki düzen ve birlik, bizim ona verdiğimiz birliktir. Eğer onu oraya biz yani zihnimiz yerleştirmeseydi, onu asla orada bulamazdık".

Sentezleme işleminin ilk basamağında, hissetme kapasitemiz vasıtasıyla alınan izlenimler (impressions) bir kurala ya da ilkeye göre irtibatlandmlır ve onlara birlik verilir. İkinci basamakta ise bu alman izlenimler, transandantal muhayyile tarafından yeniden üretilir ve onlara yeniden birlik verilir. Son olarak, kendilerine birlik verilen bu görüler bir kavram altına getirilir ki, bu aslında onların bilince taşınmasıdır. Bir şeyin bilince taşınması ise o şey hakkında bilgi sahibi olmamız demektir. Transandantal felsefede bilgi sadece yargılardan meydana gelir. Bir yargı ise bir kavram ve bir nesneyi içinde barındıran bir bütündür / birliktir. Kant'ta en temeldeki ontolojik unsur yargı olduğundan yargıdan bağımsız nesne ve kavram mümkün değildir; nesne ve kavram ancak yargı içerisinde ortaya çıkar. Yargı da insan düşüncesine bağımlı olduğu için düşünen hiçbir varlık olmadığı zaman nesne de mümkün olmaz kavram da.

Ayrıca nesne ve kavramın bir bütün olarak varolması gerekir, zira bunlardan biri olmadığı zaman diğeri bir işe yaramaz. Kavram olmadan nesnenin olması mümkün olmadığı gibi altına düşecek nesne olmadığı zaman da kavram içi boş bir mantıksal düşünceden öteye geçmez. Ancak hemen belirtelim ki, Kant'ta yargılar, insanın düşünme faaliyetinin sonucu ortaya çıkmalarına karşın bilgi, tamamen öznel (sübjektif) birşey değildir. Kant CPR'da bilginin nesnel (objektif) unsurlarının olduğunu ve amacının da bu nesnel unsurları bulmak olduğunu açıkça ifade eder. Bilginin nesnel unsurları da kategorilerdir.

Öte yandan, görüleri sentezleme işlemi ampirik olduğu gibi saf da olabilir. Örneğin doğa bilimlerindeki ampirik yargılar, ampirik sentezin ürünü iken, matematiğin a priori yargıları saf sentez sonucu meydana gelirler. Hemen söyleyelim ki, saf sentez aynı zamanda ampirik sentezin de ön şartıdır, yani saf sentez olmadan ampirik sentezin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu son söylediğimiz Kanî'ın matematik felsefesi açısından son derece önemlidir. Çünkü Kant'a göre sentetik a priori olan matematiksel yargılar saf mekana dayandığı için ve mekan da deneyimin (experience) a priori koşulu olduğundan matematiğin doğaya uygulanmasında entellektüel açıdan bir sorunla karşılaşılmaz.

KANT'TA MATEMATİĞİN FELSEFİ TEMELLERİ - 2


Matematiksel Yargılar Sentetik A Prioridir

Kant'a göre matematik ile felsefe a priori akıl bilgisi ile ilgilenmeleri sebebiyle benzeşseler de bu ikisi arasında çok derin bir fark bulunmaktadır. Felsefe kavramsal analiz ile ilgilenirken matematik, sentetik a priori yargılardan meydana gelir. Kant, felsefi bilgi ile matematiksel bilgi arasındaki farka değinirken matematiksel bilginin kavramların inşasından elde edilen bilgi olduğunu özellikle vurgular: "Felsefi bilgi, kavramlardan akılla elde edilen bilgi iken matematiksel bilgi, kavramların inşasından akılla elde edilen bilgidir. Bir kavramı inşa etmek demek ise kavrama karşılık gelen görünün (Anschauung) a priori olarak gösterilmesi demektir".

Kant'a göre matematik, a priori bir kavram inşa etme sanatı olup evrensel ve zorunlu bir geçerliliğe sahiptir. Kant, matematiksel yargıların yani aritmetik ve geometrinin varlığını sorgulamaz; onun yaptığı, varlığını zaten kabul ettiği bu yargıların sentetik a priori olarak nasıl mümkün olduğudur. Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Matematiksel yargılardan kastımız matematiksel formüller ya da teoremler değildir. Matematik felsefesi formüllerle yahut teoremlerle değil, matematiğin ontoîojisiyle, bu ontolojinin temel unsurları olan nesnelerle (örneğin sayılar, noktalar, çizgiler gibi) ve bu nesnelerin nasıl mümkün olduğuyla uğraşır.

Nesnelerin nasıl mümkün olduğunu bilmek de matematik yapmakla yani formül çözmekle alakalı birşey değildir. Daha açık bir ifadeyle, Kant'a göre bilgi, ancak nesnesi belirlendiği zaman mümkün olduğundan ve nesnelerin belirlenmesi için de görüye ihtiyaç olduğundan görüye dayanmayan her çeşit düşünme faaliyeti sadece içi boş düşünme faaliyeti olarak kalır, bilgiye dönüşemez. Yaptığı bilimin nesnelerinden habersiz olarak bilim ya da matematik yapmaya çalışan yani matematiğin nesnelerinin örneğin sayıların ve noktaların ne olduğunu bilmeden matematik yapan kişilerin gerçek anlamda bilim yaptıklarını yani bilgimizi genişlettiklerini söylemek mümkün değildir. Başka bir deyişle, bir disiplinin ontolojisinden habersiz olanlar o disiplinin epistemolojisini de yapamazlar, zira bilgi esas itibariyle nesnelerin bilgisidir, salt yahut saf düşünce değildir.

Nesneler de ancak dayandıkları felsefi zemin yani içinde varoldukları 'ontolojik mekan' bilinmeden anlaşılamaz. Başka bir deyişle, her nesne"...ait olduğu mekanın şartlarına ve imkanlarına tabi olarak 'meydana geldiği' için...bir nesnenin mahiyetinin ne olduğu sorusu, bu nesnenin mekanının mahiyetinin ne olduğu sorusu ile iç içedir". Matematiksel nesneler de ontolojik mekanlarından bağımsız bilinemezler; bu ontolojik mekanı gösterecek olan da felsefedir. Kant da matematiksel nesnelerin ve bu nesnelerin ontolojik temeli olan yargıların nasıl sentetik a priori olduğunu göstermekle matematiğin metafiziğini yahut ontolojisini yapmaktadır. İmdi, sentetik a priori yargıların ne olduğunu daha kolay anlamak için onları Kant'ın diğer yargı çeşitleriyle karşılaştırmamız gerekir.

Kant, yargılan, önce a priori ve a posteriori yargılar olarak ikiye ayırır, sonra da onları analitik ve sentetik olarak ayırıma tabi tutar. Kant'a göre analitik bir yargı, yüklemi öznesinde gizli olarak varolan yargıdır. Örneğin 'Altın sarıdır' yargısı analitik bir yargıdır, çünkü 'sarı olma' niteliği zaten 'altın' kavramının içinde gizli bir biçimde mevcuttur; dolayısıyla sözkonusu yargıyı doğrulamak için 'altın' kavramının tanımını bilmek yeterlidir. Dilsel düzlem itibariyle söylersek, analitik önermelerde özneyi tahlil ettiğimizde yüklemi bulabiliriz. Bu tahlili yaparken başka birşeye örneğin 'görüye' (Anschauung) başvurmadığımız için bütün analitik yargılar doğal olarak a prioridir. Analitik yargıların doğruluğu veya yanlışlığı çelişmezlik ilkesi temelinde tespit olunur. Bu nedenle de analitik yargılar bilgimizi genişletmezler sadece berraklaştırırlar yani daha açık hale getirirler.

Öte yandan, sentetik yargılar ise, analitik yargılann aksine, informatiftirler yani bilgimizi genişletirler. Sentetik yargılar a priori olabildikleri gibi a posteriori de olabilirler. Tüm ampirik yargılar sentetik a posterioridir. Örneğin 'Tüm cisimler ağırdır' yahut 'Bu masa beyazdır' gibi ampirik önermeler, sentetik a posterioridir, çünkü bu yargıların yüklemleri öznelerinde mündemiç değildir. Ancak Kant'a göre tüm sentetik yargılar, a posteriori değildir; sentetik a priori yargılar da vardır. Kant'ın CPR'da tüm yaptığı da bir anlamda matematik yargıların da aralannda bulunduğu bu sentetik a priori yargıların nasıl mümkün olduğunu göstermektir. Şimdi önce genel olarak sentetik a priori yargıların nasıl mümkün olduğunu görelim, sonra da bunların bir alt kümesi olan matematiksel yargıları ele alalım.

Sentetik a priori yargı kavramı, Kant'ın orijinal görüşüdür. Kant'tan önce de benzer görüşler ifade edilmişse de ondan önce hiçbir filozof ampirik olmayan (a priori) ama ampirik bilgimizin de önkoşulu olan ve buna karşılık bilgimizi genişleten evrensel ve zorunlu yargılann mümkün olduğunu dile getirmemiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Kant'ın bu görüşü, Batı felsefe tarihinde bir devrim olarak nitelenmeyi hakeden bir görüştür. Kant'tan sonra da bu konu felsefe literatüründe özellikle doğal bilimlerdeki bazı genel yasalar çerçevesinde çokça tartışılmıştır.

Kant, sentetik a priori yargıların tıpkı analitik yargılar gibi zorunlu ve evrensel olduğunu, ama analitik yargılann aksine, bizim bilgimizi genişlettiğini iddia eder. Sentetik a priori yargılann doğruluğu veya yanlışlığı analizle tespit edilemediğinden bu iş için başka birşeye, Kant'ın deyimiyle, 'üçüncü birşeye', ihtiyacımız vardır. Bu ise hissetme kapasitemizin saf formları olan zaman ve mekandan elde ettiğimiz saf 'görü'dür (Anschauung). Örneğin 'Her olayın bir sebebi vardır', '5+7 = 12' ya da 'İki nokta arasındaki düz çizgi en kısa çizgidir' yargılannın doğruluğunu salt analizle belirleyemeyiz, çünkü ne 'olay' kavramını inceleyerek 'sebep' kavramına ulaşabiliriz, ne '5' , '7' ve '+' kavramlarından '12' sayısını çıkarabiliriz ve ne de 'düz çizgi' kavramından 'en kısa çizgi' kavramını mantıksal analizle çıkarabiliriz. Bu son geometrik yargıyla ilgili Kant şöyle der: "İki çizgi arasındaki düz çizginin en kısa çizgi olduğu sentetik a priori bir yargıdır. Çünkü benim düz kavramım nitelik bildirmektedir, onda niceliğe ait birşey bulunmamaktadır. 'En kısa' kavramı tamamiyle bir ilave olduğundan 'düz çizgi' kavramından herhangi bir tahlille çıkarılamaz".

Hemen belirtelim ki, sentetik a priori yargılar matematikle sınırlı değildir. Kant'a göre doğal bilimlerin bazı genel yasaları örneğin biraz önce sözünü ettiğimiz nedensellik yasası da sentetik a priori hüviyete sahiptir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, sentetik a posteriori (ampirik) yargılan doğrulamak ya da yanlışmak için ampirik görülere başvuruluyordu. Gördük ki, sentetik a priori yargıların temellendirilmesi için de saf görüye başvurmamız gerekir, ampirik görü, matematiksel önermelerin temeli olamaz, zira eğer öyle olsaydı o zaman matematiksel yargılardaki zorunluluk ve evrensellik niteliklerini izah edemezdik; çünkü ampirik görüde zorunuluk ve evrensellik mevcut değildir.

Ayrıca Kant'a göre matematiksel yargıların analitik olmadığını zira kavramlardan üretilen analitik bilginin matematikteki sentetik yargıları vermesi imkansızdır. Peki matematiksel yargıların temelini oluşturan saf görü nasıl mümkündür?

Kant, hissetme kapasitemizin iki saf formu olan zaman ve mekanın tüm tecrübi bilginin önşartları olma fonksiyonunun yanında bir de matematiksel yargıların temeli olan saf görülere kaynaklık ettiklerini söyler. Zaman ve mekanın saf görülere kaynak olabilmesi için onların tüm ampirik unsurlardan soyutlanarak düşünülmesi gerekir, ampirik unsurlardan arınmış saf zaman ve mekan transandantal olarak belirlendiğinde saf görüler ortaya çıkar. Kant, saf mekanın, geometrinin yargılarının, saf zamanın da aritmetiğin yargılarının temeli olduğunu öne sürer: "Geometri, mekanın saf görüsüne (Anschauung) dayanır. Aritmetik de sayı kavramını, zamandaki anların ardışık toplamından çıkarır...". Peki saf mekan ve zaman sırasıyla geometri ve aritmetiğin nesnelerinin nasıl temeli olabiliyor? Ancak bu soruya cevap vermeden önce Kant'ta nesne ve nesnenin mekanı konusunda bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Kant'ta nesnelerin mekanı, Aristoteles'te olduğu gibi, bizden bağımsız bir yer yani doğa değildir. Yine Kant, matematiksel nesnelerin mekanının bizden ve doğadan bağımsız bir dünya yani 'İdeler Alemi' olduğunu düşünen Platon'dan da farklı düşünür. Kant'ta nesnelerin mekanı insan zihnidir. Ancak bu demek değildir ki, Kant'a göre matematiksel yargılar ve nesneler doğuştan gelir. Bilakis onların saf olması, doğuştan geldikleri anlamına gelmez, zira Kant'ta matematiksel nesneler doğuştan değil, insanlar tarafından diskürsif ve saf (a priori) olarak sonradan meydana getirilirler. Nesneler, Kant'a göre, bizim dışımızdaki bir ontolojik mekanda değil, zihnimizde bir yargı içinde kavramla beraber ortaya çıkarlar.

Bu anlamda yargıların nesnelere göre ontolojik önceliği bulunmaktadır. Başka bir deyimle, Kant'ta yargıdan bağımsız nesne ve kavram mümkün değildir; çünkü transandantal felsefede en temel ontolojik unsur yargıdır. Buna matematiğin nesneleri de dahildir, zira tüm nesneler ampirik değildir, saf nesneler de vardır. Örneğin matematiğin nesneleri yani sayılar, noktalar, çizgiler vs. saf nesnelerdir.

Şimdi önce geometrik nesnelerin sonra da aritmetik nesnelerin nasıl oluştuğuna bakalım. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, Kant'a göre geometrinin yargılarının analitik olması mümkün değildir, çünkü salt kavramlardan bu yargılan çıkarmak mümkün değildir: "Örneğin, 'İki düz çizgi bir uzamı kapatamaz ve onlarla bir şekil meydana getirilemez' yargısını 'düz çizgi' ve 'iki' kavramlarından ve 'Üç düz çizgi bir şekil meydana getirebilir' yağısını da bu yargıda geçen kavramlardan çıkarmaya çalışalım. Ne yaparsak yapalım çabamız boşa gidecektir, çünkü bu yargılar saf görüye başvurulmadan çıkarılamaz". Saf görü ise ampirik unsurlardan arındırılmış mekanın transandantal belirlenimidir, ampirik içerikten yoksun mekanın saf hali transandantal olarak belirlenip idrakta oluşturulan geometrik kavrama karşılık gelen saf mekanda bir Gegenstand tesis edildiğinde geometrik nesneleri oluşturmada ilk adım atılmış olur. Geometrinin Gegenstandîan, ampirik Gegenstandlar gibi dişarıdan verilmezler, onları saf mekanda 'şemalar' vasıtasıyla irademize bağlı olarak (diskürsif) yani özgürce üreten transandantal muhayyiledir. Ancak bu iradi üretim keyfi olmayıp aklın a priori ilkelerine uymak zorundadır. Örneğin üçgen kavramını inşa etmek için "...genel olarak bir üçgenin şemasına ve dolayısıyla onun kavramına ait olan içeriği saf bir görüde birleştirmem gerekir (tıpkı ampirik görüde yaptığım gibi)".

'Transandantal şema' kavramı, Kant'ın bilgi kuramında ve özellikle de matematik felsefesinde son derece önemli bir fonksiyona sahiptir: "Bir transandantal şema, zaman formundaki transandantal belirlenimdir".

Kategoriler, saf yani a priori olduklarından görülerle yahut görünüşlerle herhangi bir ortak yanı olmadığı için transandantal şemalar, görüler ile kategoriler arasında köprü vazifesi görürler. Transandantal şema vasıtasıyla görüde oluşturulan Gegenstandlar, idrakta bir kavram altına getirildiğinde yani bilince taşınıp yargı oluştuğunda geometri nesneleri ortaya çıkar. Burada Kant'ın geometri nesnelerinin oluşumunda başvurduğu örneklere dayanılarak yapılan yanlış bir yoruma işaret etmek istiyorum. Transandantal felsefede saf mekanda oluşturulan geometrik Gegenstandlar, bunların ampirik temsili olan fiziksel şekillerden farklıdır; ayrıca birincilerin ikincilere karşı ontolojik önceliği bulunmaktadır. Yani Kant'a göre geometrik nesneler, fiziksel dünyada gördüğümüz yahut tahtaya çizdiğimiz nesneler değildir. İkinciler, birinciler olmadan olamazlar, çünkü ikinciler, birincilerin ampirik temsilidir. Başka bir ifadeyle, zihnimizde eğer saf geometrik kavramlar ve nesneler, örneğin üçgen kavramı, olmasaydı, fiziksel dünyada üçgen kavramına ve dolayısıyla nesnesine sahip olamazdık.

Kant, matematiksel yargıların ve nesnelerin nasıl oluştuğunu anlatırken anlatımı kolaylaştırmak için zaman zaman metaforik olarak bu nesnelerin fiziksel temsillerine göndermeler yapar. Örneğin sayının oluşumunda parmaklara veya noktalara ve üçgenin oluşumunda da kağıt üzerindeki üçgenlere atıfta bulunur. Ancak bazılarının iddia ettiği gibi bu atıflar, matematiksel nesnelerin oluşumunda ampirik şekillerin rolü olduğunun kanıtı değildir. Bu atıflar, meseleyi daha iyi anlatmak amacıyla yapılmış olup matematiksel nesnelerin oluşumunda hiçbir rolü bulunmamaktadır.

Kant'ın aritmetik felsefesine gelince görürüz ki, aritmetiğin nesnelerinin oluşma biçimi de geometrininkine benzer. Aritmetik nesnelerin oluşması için öncelikle hissetme kapasitemizin saf formu olan zamanın transandantal olarak belirlenmesi ve zamanda akan anlara bir birlik verilmesi gerekir. Tıpkı geometride olduğu gibi aritmetikte de idraktaki matematiksel kavramların görüsel karşılıkları olan Gegenstandlar transandantal şemalar vasıtasıyla muhayyile tarafından üretilir; üretilen bu Gegenstandlar idrakta bir kavram altına getirilerek yargı ve dolayısıyla nesne oluşturulur. Aritmetiğin nesneleri de sayılardır. Sayıların oluşması için zamandaki anlara bir birliğin verilmesi gerekir yani onların sentezlenmesi gerekir. Zamandaki anların transandantal belirlenimini "...muhayyilemde yeniden ürettiğimde ve buna bir birlik verdiğimde sayıyı elde etmiş olurum".

Örneğin 5 sayısının oluşması için zamanda arka arkaya giden beş ayrı zamansal anın trensendental olarak belirlenip onlara bir birlik verilmesi gerekir. Zamandaki bu ayrı ayrı anlara verilen birliğin kaynağı ise nicelik kategorisindeki birlik kavramıdır. Bu işlemi her sayının oluşması için tekrarlayabiliriz. Böylece kategorilerin ampirik bilginin temeli olduğu gibi matematiksel yargıların da temeli olduğu görülmüş olmaktadır. Dolayısıyla aritmetiksel yargıların örneğin daha önce verdiğimiz '5+7=12' yargısının analitik olmadığını da böylece görmüş oluruz; '12' kavramını transandantal belirlenim vasıtasıyla yani sentezle saf olarak idrakta elde ettiğimiz için eğer daha önceden bizde '12' kavramı yoksa '5+7'nin ' 12'yi vermesi mümkün değildir. Aritmetik de tıpkı saf mekana dayanan geometri gibi ampirik tezahürlerin saf formu olan zaman vasıtasıyla ampirik bilgiyle böylece ilişki kurmuş olmaktadır. Kısacası, aritmetiksel yargılar, zaman formunun saf içeriğinin idrakta belirlenmesi sonucu oluştukları için bu yolla yani zaman vasıtasıyla ampirik bilgiyle ilişki kurmuş olurlar, zira zaman formu iç duyunun formu olduğu gibi aynı zamanda dış duyunun da dolaylı formudur.

KANT'TA MATEMATİĞİN FELSEFİ TEMELLERİ - 3


Gördüğümüz gibi matematiksel nesnelerin oluşması için zaman ve mekanın saf görü olarak zorunlu olması nedeniyle matematiksel yargılar bu yolla ampirik yargılarımızla zorunlu bir ilişki kurmuş olurlar. Bu da Kant'tan sonra çok yaygın olarak işlenen bir sorunsala yani matematiğin doğaya uyarlanma sorunsalına Kant'in verdiği cevaptır.

Kant'tan sonra matematiğin ve bununla ilişkili olarak mekanın doğayla ilişkisi üzerinde çok geniş tartışmalar yapılmıştır. Özellikle Einstein'in izafiyet kuramından sonra yaygınlaşan bir görüşe göre matematik iki şekilde düşünülmelidir: saf ve uygulamalı matematik. Saf geometri ve saf aritmetik salt formel olup doğayla doğrudan ilişkisi olmayan kurgusal bir yapıdır. Bu yoruma göre, saf geometri ve aritmetik, tanımlardan ibaret olan birtakım aksiyom ve koyutlardan (postulates) türetilen teoremlerden ibaret olup ancak belli bir yorumla doğaya uygulanabilir. Buna göre örneğin Öklidyen ve Öklidyen olmayan geometriler, belli bir mekan yorumuna dayandığı için birbirinden farklı ve hatta zıt olması mümkündür ve bu imkan, mekanın evrensel ve zorunlu mahiyetine zarar vermez.

Öte yandan Kant'tan sonraki bazı empiristler ise matematiksel bilginin analitik değil sentetik olduğu yani doğa hakkındaki bilgimizi genişlettiği noktasında Kant ile hemfikir olmalarına karşın yaptıkları temellendirme, tecrübeye dayandığından Kant'ınkinden oldukça farklıdır. Bunlar, matematiksel bilgideki evrensellik ve kesinliği inkar etmemekle birlikte onun Kant'ın iddia ettiği gibi sentetik a priori olmadığını savunurlar.

Örneğin böyle bir görüşü seslendiren V. Hacıkadiroğlu'na göre matematiksel bilgi, empirist analitikçilerin iddia ettiği gibi dünya hakkında birşey söylemeyen analitik bir bilgi değil, tam tersine dünya hakkında bilgi veren sentetik bir bilgidir, ama sentetik olmasına karşın aynı zamanda da kesin (certain) yahut onun deyimiyle pekin bir bilgidir. Hacıkadiroğlu, en tutarlı empirist olarak kabul edilen Hume'un aksine, ampirik bilginin de kesin olabildiğini iddia eder: "...Hume'un deneysel bilginin pekin olamayacağı görüşü temelden yanlıştır". Gerçi Hacıkadiroğlu kesin bilgiden ne anladığını açık bir şekilde ifade etmese de kullandığı bağlamda bu terimin zorunluluk ve evrensellik niteliklerini haiz bir terim olduğu anlaşılmaktadır. Öna göre Kant'ın diğer sentetik a priori bilgileri örneğin nedensellik yasası Kant'tm matematiksel yargıların sentetik a prioriliğine dayandığı için matematiksel yargıların sentetik a priori olmadığı gösterilirse onların da sentetik a prioriliği tehlikeye girmiş olur. Ancak konumuz fizikteki sentetik a priori yasalar olmadığı için bu konuya girmeyeceğiz. Ancak bu ikisinin birbiriyle irtibatlı olduğu aşikardır.

Analitik bilginin bilim olamayacağım zira bunun 'birtakım söz oyunlarından' müteşekkil olduğunu söyleyen Hacıkadiroğlu, matematiğin bilimlerdeki kullanımı gözönüne alındığında matematiksel bilginin sentetik olduğunun kolayca görülebileceğini iddia eder. Hacıkadiroğlu, ampirik bilginin ve dolayısıyla deneyimden elde edilen matematiksel bilginin nasıl kesin olabildiğini bir örnekle açıklamaya çalışır. Ona göre örneğin 100 santigrad derecede kaynayan suyun şartlar değiştiğinde farklı derecelerde kaynaması ampirik bilginin kesinliğine zarar vermez, zira şartlar değişmediği sürece suyun 100 derecede kaynamaması için bir neden yoktur. Hacıkadiroğlu'na göre matematiksel önermelerin Kant'ın iddia ettiği gibi sentetik a priori olmak zorunda olmadıklarım çünkü "...toplulukların sayılarla ilgili aritmetik önermeleriyle yeryüzünün ve nesnelerin boyut, yüzey ve oylumlanyla ilgili geometri önermleri dünya üzerine pekin [kesin: certain] bilgi veren sentetik ve deneysel önermelerdir. Bu sonuç, Kant'ın öne sürdüğü gibi, dünya üzerine pekin bilgi veren önermelerin a priori olmak zorunda oldukların değil, tersine, deney yoluyla elde edilen bilgilerin de pekin bilgi olabileceğini gösterir".

Ancak ampirik bilgideki kesinliğin matematiksel bilgideki gibi mantıksal bir kesinlik olmadığı açıktır, zira matematiksel doğruların tersi mantıksal olarak saçma sonuçlara götürürken ampirik doğruların tersi bizi mantıksal saçmalara yani çelişkilere sürüklemez. Kısacası ampirik bilginin öyle değil de başka türlü olabilmesi mantıksal olarak da ampirik olarak da mümkün olduğu için matematiksel bilgideki evrensellik ve zorunluluğa sahip olması mümkün değildir. Bu nedenle matematiksel bilginin tecrübeden çıkarıldığını söylemek mümkün değildir. Bu da Hacıkadiroğlu'nun matematiksel doğrularla ilgili görüşün en zayıf noktasını teşkil etmektedir, zira temellerinde pürüz bulunan bir binanın çatısının sağlam olması mümkün değildir.

Kant'tan Sonra Matematik Felsefesindeki Gelişmeler

Özellikle Öklidyen olmayan geometrilerin (Rieman ve Bolyai-Lobachevski geometrileri) ortaya çıkmasından ve Frege, Hubert, Bolzano, Poincaré, Russell, Peano, Dedekind ve Gödel gibi felsefeci ve matematikçilerin geometri ve aritmetiğe ilişkin çalışmalarından sonra Kant'ın matematik felsefesi, felsefe ve matematik çevrelerinde daha çok dikkat çekmeye başlamıştır. Sözkonusu gelişmelerle beraber Kant'ın genelde bilgi kuramı ve özelde ise matematik felsefesi yoğun bir eleştiriye muhatap olmuştur. Eleştirilerin odak noktası da Kant'ın matematiksel yargılarının temelini oluşturan saf görü kavramı olmuştur. Yukarıda adı geçen matematikçilerin çoğu geometri ve aritmetikte saf görüye yer olmadığını çünkü matematiksel doğruların görüye değil de mantığa dayandığını öne sürmüşlerdir. Bazı matematikçiler, Öklidyen olmayan geometrilerin ortaya çıkışından da cesaret alarak, genelde Kant'm bilgi kuramının özelde ise onun matematik felsefesinin matematiği açıklamada yetersiz kaldığını çünkü, bunlara göre, Kant'ın matematik felsefesi, Öklidyen geometrinin doğruluğu ve zorunluluğuna dayandığı için saf görüye değil de birtakım koyutlara dayanan Öklidyen olmayan geometrilerin varlığını izahtan acizdir. Bu görüşü savunanlardan bazıları, Kant'in yaşadığı dönemde henüz Öklidyen olmayan geometriler ortaya çıkmadığı için Kant'ın bu anlamda mazur görülebileceğini öne sürmüş ancak bu varsayımın yanlış bir yoruma dayandığını, zira Kant'ın matematik felsefesine göre, matematiksel yargıların doğruluğunun ve evrenselliğinin zamana bağımlı olmadığını yukarıda belirttik. Kant'ın genelde bilgi kuramı ve özelde matematik felsefesi yeni geometrilerin varoluş imkanını ortadan kaldırmadığı gibi aslında onlara yol da açmış bulunmaktadır bir anlamda.

Kant'tan yaklaşık yüz yıl sonra yani geçtiğimiz yüzyılın başlarında matematiğin mahiyeti konusunda hararetli tartışmalar yapılmıştır. Örneğin geometrik aksiyomlar ve temel matematiksel terimlerin anlamı konusunda Frege'nin temsil ettiği geleneksel görüş - ki Kant da bu görüşü benimser - ile Hilbert ve Poincare gibi matematikçilerin temsil ettiği o dönemde yeni yeni uç vermeye başlayan alternatif goemetri görüşü arasında çok sert tartışmalar meydana gelmiştir. Frege ile Hilbert arasındaki yazışmalarda nezaket kurallarını bile aşan ifadeler görmekteyiz. Frege, geometrik aksiyomu, doğruluğu, sezgi ile kesin olan bir düşünce olarak tanımlarken, Hilbert aksiyomların tanımlardan (Erklärungen) ibaret olduğunu ve dolayısıyla doğru ya da yanlış olamayacağını iddia eder. Hilbert ile bu konuda paralel düşünen Poincaré de geometrik aksiyomların "... ne tecrübi bir olguyu, ne mantıksal bir zorunluluğu ve ne de sentetik a priori bir yargıyı ifade ettiğini" zira bunların 'gizli tanımlar' olduğunu düşünüyordu. Öte yandan, Hilbert, 'nokta', 'çizgi' gibi matematiksel terimlerin anlamlarını aksiyomlara (tanımlara) borçlu olduğunu düşünürken Frege, bu terimlerin anlamlarının aksiyomlara değil, sezgiye dayandığını öne sürer. Frege'ye göre geometrik aksiyomları anlayan herkes bu terimlerin ne anlama geldiğini zaten bildiği için onları aynca tanımlamaya gerek yoktur. Hilbert ise bu terimlerin aksiyomlar dışında bir anlamı olmadığını iddia eder. Başka bir ifadeyle söylersek, Frege'ye göre aksiyomların doğruluğu sezgiye dayandığı için ispat gerektirmezken Hilbert, aksiyomların doğruluğunun aralanndaki tutarlılığa dayandığını söyleyerek yeni bir doğruluk anlayışı ortaya atar.

Aritmetikte ise Frege, Kant'ın aksine, aritmetiğin doğrularının analitik olduğunu yani mantığa indirgenebildiğini ispatlamaya çalışmışsa da öngörmediği bazı paradokslardan (örneğin Russell'ın kümeler paradoksu) dolayı ömrünün sonlanna doğru bu iddiasında şüpheye düşmüştür. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, geometri konusunda, Frege, Kant'la paralel bir düşünceye sahiptir; Frege'ye göre de geometrik önermeler sentetik a prioridir. Ancak Frege, The Foundations of Arithmetic (Aritmetiğin Temelleri) adlı kitabında genelde aritmetikte ve özelde ise doğal sayılar kuramında Kant'ın saf görü kavramının gereksiz olduğunu iddia ederek sayılar kuramım kümeler kuramının da yardımıyla mantığa indirgeyerek onun analitik olduğunu göstermeye çalışmıştır. Frege'nin burada kastettiği mantık da tabiatiyle genel mantıktır, Kant'ın anladığı anlamda transandantal mantık değildir, zira Frege transandantal mantığın varlığını reddeder. Ancak Koç'un ifade ettiği gibi, Frege transandantal mantığı kabul etmediği için aritmetiğinin ontolojik mekanı yani felsefi zemini kaymıştır ve bu da Russell ve benzerlerinin paradokslarına yol vermiştir. Zira Kant'ta sayıların ve sayıların içinde oluştuğu yargıların ontolojik mekanı insan zihni iken Frege'de sayıların mekanı belli değildir. Frege, Kant'ı insan zihnini aritmetiğin nesnelerinin ontolojik mekanı yaptığı ve dolayısıyla aritmetiği öznelleştirdiği için suçlamasına karşın Kant'ta ampirik nesnelerde olduğu gibi sayılar ve sayıların içinde yer aldığı aritmetik yargılar öznel değil nesneldir, zira bunların temelinde saf kavramlar yani kategoriler vardır ki, Kant'a göre kategoriler a priori (evrensel ve zorunlu) olduğu için nesneldir. Doğal sayıları, mantıksal kavram ve ilkelerle kümeler cinsinden ifade eden Frege'nin aritmetikteki bu çabasına benzer bir çalışmayı da Dedekind yapmıştır. Dedekind, Hilbert'in geometride yaptığını aritmetikte yapmaya çalışmıştır. Ancak ikisi de aritmetiğin felsefi zeminini yani ontolojik mekanını göstermekte zorlanmış ve dolayısıyla Kant'm aritmetik felsefesini aşamamışlardır.

Sonsöz

Görüldüğü gibi Kant'tan sonra matematikte meydana gelen gelişmeler, genel olarak Kant'ın matematik felsefesine bir yanıt niteliğinde olup matematiği özellikle Kant'ın saf görü kavramından kurtararak onu mantığa indirgeyip analitik yapmayı amaç edinmiştir. Ne var ki, matematiği mantığa indirgeme çalışmaları son yüzyılda büyük bir ivme kazanmış olmasına karşın Russell, Gödel ve diğerlerinin aritmetikte ve özellikle doğal sayılar sisteminde gösterdiği paradoks ve çelişkiler sözkonusu çalışmaları sekteye uğratmış ve bu işle uğraşanları ümitsizliğe sevketmiştir. Dolayısıyla saf görüden kurtulan (daha doğrusu kurtulamayan!) ve analitik hale gelen aritmetik ve geometrinin doğayla nasıl ilişki kurduğu konusu sonraki gelişmelerde belirsizliğini korumuştur. Yani saf görüyü ortadan kaldırmak isteyenler onun yerine felsefi açıdan daha doyurucu birşey koyamamışlardır bu geçen süre içerisinde. Metaforik olarak söylersek, matematikte saf görüye karşı çıkanlar, yağmurdan kaçmak isterken aslında bir anlamda doluya tutulmuşlardır.

MATEMATİKSELLİK VE MATEMATİK FELSEFESİ


Matematik bir çok disiplinin birleşmesidir. Euclides Geometrisi, Cebir, Grup Teorisi, Analiz, Reel Analiz, Karmaşık Analiz, Olasılık, Fonksiyonel Analiz, Diferansiyel Denklemler, Euclides-dışı Geometri ve daha nice disiplinlerin ortak özelliği, tanımsız kavramların kabulü ile başlıyor olmalarıdır. Sonrasında gelen bütün kavramlar başlangıçta kabul edilenler üzerinde tanımlanırlar. Örneğin nokta Euclides geometrisinde pozitif tam sayı, cebirde ise tanımsız kavramdır.
Matematik sadece özenle geliştirilmiş bilimsel bir teori olmayıp, aynı zamanda modern bilimin de temeli olmuştur. Bilimde bir teorinin gerçekten bilimsel olmasını belirleyen ölçütlerden biri matematik kullanımıdır. Matematiğin soyutluğu bir çok insanı korkutur ve uzaklaştırır. İşin ilginci soyut oluş, insanlar tarafından gözlenip aşıklamada zorluk cekişte bir numaralı kurtarıcıdır. B.Russell "Matematik sadece doğruyu söylemekle kalmaz aynı zamanda onun güzelliğini de ortaya çıkartır" der [1]. Matematikteki ahenk veya düzen kimi zaman bazı filozoflara, bilim adamlarına bir resmin renk ahengini, bir müziğin duruluğunu anımsatır. Kimisi bunun karşısında hayranlığını, sevinç ve heyecanını gizleyemez. Her ne kadar başlangıçta matematik doğayı ve insanları ilgilendiren problemlerin çözümü olsa da, matematikçiler matematiği bu alanından alıp, bilinçlerinde oluşan problemlere kavramsal çözümler düşünsel eylemine dönüştürürler. Örneğin Geometri, ilk önce alan hesaplanması ve astronomik çalışmalardaki yıldızların yeri ve hareketlerinin gozlenmesi ile başlamıştır. Olasılık kumar oyunlarında kazanma hırsına kesinliğin nasıl maledileceği ile başlamıştır. Ama bugün bu dallara baktığımızda başlangıçta yarattığımız bu disiplinlerin artık kontrolümüzden çıkıp kendi içinde kendi problemlerini yaratıp onların soyut çözümleri ile uğraştığını görürüz. Bilim içinde üretilmiş problemlerin toplum ve doğadaki problemlerin çözümü ile ilgili olabileceği gibi, hiç bir ilgisi de olmaya bilir demek ki. Onun öz kaynaklarından biri belki de temeli, matematiğin bilim adamına verdiği haz duygusunun ölçütünün olmamasıdır.
Tarih içinde bilimlere bakıldığında, soyut matematikte bir konu ortaya çıktıktan sonra, zaman içinde bunun başka bir bilim dalında uygulandığına tanık oluyoruz. Veya matematikteki bir problem fiziksel bir olayı açıklamakla ortaya çıksa bile bu problem başka bilim dallarında farklı olayları açıklamak için de kullanılır. Örneğin olasılık artik kumarbazların ihtiyaçlarından çok fizikçi ve matematikçilerin işini görür.
Bir çok bilim dalı, matematiğin dilini kullanır. Ama bu dil bizim bildiğimiz diğer dillerden elbet çok farklıdır, daha sınırlı ve daha katıdır.
Diğer bilimler ile matematik arasındaki temel farklılıklar düşünce sistemlerinde ve ispat-açıklama yöntemlerindedir. Birincisinde olgusal içerik bulunur, yani gözlemin sonucundaki açıklama yeterli olur. Matematiksel düşüncede ise kavramsallık vardır, yani "gözlenen olayı olgusal açıklama yerine ilişkileri teorem olarak ispatlama" [2]. Matematiksel oluşta açıklık ve kesinlik vardır. Doğruluk şüphe götürmez kuru gerçektir. İspat yapılmadığı sürece genelleme yapılmaz. "Her çift sayı iki asal sayının toplamı olarak yazılabilir" hipotezini çürütür tek bir örnek bulunamamış olunsa bile bu yönde bir genelleme yapılmaz. Matematikçiler kanıt toplamaktan çok ispata yönelirler.
Gelişim kaynakları, yaratıcı imge ve sezgilerini, mantıksal yapısını gelecekteki yazılarımda daha ayrıntılı vereceğim matematikselliğin öznel düşünce etkinliklerindeki farklı yaklaşımlarının doğal kaynağı MATEMATİK FELSEFESİ'ni aşağıda ana temaları ile sunmaya çalışacağım.
MATEMATİK FELSEFESİNE GİRİŞ
Matematik felsefesi denildiğinde konu bir çoğunuza belki soğuk ya da anlamsız geliyordur. Oysa konu büyüleyici ve çekici. Bu yazının hedefi bazı okuyucuları büyülemekten çok, çekiciliğin etki alanına insanları toparlayıp neden sonuç ilişkilerinde bilginin kaynağını ve matematiğin temelini sorgulama biçimleri üzerinde birlikte düşünmek.
Soyut matematik daima rasyonel düşüncenin doruğundadır. Matematiksel sonuçlar sayılar teorisinden geometrik şekillere, küme teorisinden fonksiyonel analizin karmaşık yapısına kadar doğruluğun bükülmez en sert örneklerini oluştururlar. Kimi zaman kavramlar çok basit ve sadedir, ama yine de her insan beyni bu doğrulukla barışık değildir. Benim kaygım ya da tasam barışı sağlamak, bağnazlığı bozguna uğratmak. Kaygım düşün ufuklarımızı ÖZGÜR kıldırmanın yöntem ve biçimlerini sorgulamamız üzerine.
Matematik entellektüel yaşantımızın içine girdi mi, modern, ileriye dönük değişimlere açık bir toplumun şekillenmesinde en temel görevi üstlenir. Amacım elbet matematiği bir yana, bilimi bir yana koymak değil, bunu yaptığımızda anarşi ve terör girer günlük yaşama. Bilimi anlamak da mümkün olmaz. Rasyonel düşüncede matematik ve bilim birlikte üretkendirler. Bir köprünün inşasından tutun da, internet bağlantılarına kadar yaşamın her yerinde esrarengiz güçlerini birlikte sergilerler. Yaşamda matematiğin değerini sorguladığınızda karşınızda matematik felsefesini bulursunuz. Sonlu insanın sonsuzluk ile nasıl oynadığını, matematiği nasıl yarattığını düşündükçe karşımıza yine matematik felsefesi çıkar.
Bütün tutarlılığı içinde matematiğin degişik bir niteliği vardır ve bu nitelik oldukça zorludur. Bizi baştan çıkaran matematikteki kesinlik, objektiflik, matematiksel düzendeki sonuçların estetik zihinsel güzelliğidir. İnsanoğlunun bu gerçek ile nasıl bir bağlantı kurduğunu kolaya kaçmadan açıklamamız gerekiyor. Başka bir deyiş ile biçimsel ya da tanımsal semboller ile oynanması, matematiğin bakış açısına ve platonik dünyasına kendimizi tam anlamı ile vermemizi gerektirir. Bu işi uzun yıllar önce temelciler çok iyi yaptılar. Matematiğin nasıl yaratıldığını ince ince çözümlemeye ve sonra dokumaya uğraştılar.
Matematik felsefesindeki temel sorunlardan biri geleneksel yapımcı düşüncenin kavramları ile realistik matematiksel kavramlar arasındaki temel ayrılıktır.
Realizm matematiksel kavramlardan bağımsız bir matematiksel evrenin gerçekliğini kabul eder. Başka bir deyiş ile "realizm: dış dünyanın algı veya bilgimizden bağımsız var olduğu savını"[2] kabul eder. Başka bir felsefi görüş olan yapımcılık ("Belli ilkel nesneler (örneğin doğal sayılar) kullanılarak sonlu adımda inşa edilebilen matematiksel nesneleri yanlızca var veya anlamlı sayan öğreti" [2] ) ise her hangi bir matematiksel gerçeğin, matematikçiler tarafından potansiyel bir yapıya uygun hale getirilmiş olduğunu söyler. İki görüşün de kabul edilebilir yanları olmakla birlikte kendi içlerinde karşılaştıkları ciddi problemleri vardır.
Bugün matematik felsefesi artık felsefe içinde kendi başına bir dal haline gelmiştir. Varlık bilimi ve metafizik gözönüne alındığında bu felsefe dalının doğal gerçeğin özü ile, temel ile ilgili olduğu anlaşılır. Bu konuda tipik bir soru şöyledir: Soyut nesneler var mıdır? Benzer bir soru da şu olabilir: Uzayda var olan bütün nesneler soyut mudur? Var olan somut parçacıkların tümü gerçekten yer-zaman ilintisi içinde mi mevcuttur? Şimdi bu sorulara yanıtlar ne olabilir? Eğer realist görüş matematiğe doğru bakıyorsa, evet soyut nesneler denilen MATEMATİKSEL NESNELER vardır. Yok yanlış ise o zaman bütün nesneler zamana aittir, yani dünyevidir, bu da olsa olsa yapımcı görüşün yanıtı olabilir.
Matematiksel konuşmada anlam ve gerçeğin analizi esastır. Çekiciliğin ve esrarengizliğin perdesi böyle aralanır. Perdeyi aralayanlar farklı yöntemlere başvururlar. Bilim felsefesi gözönüne alındığında, eğer yapımcılığın verdiği yanıt doğru olsaydı o zaman iyi bir bilgi kuramı anlaksal bir iç eylem olarak matematik için bir açıklama oluştururdu. Diğer yandan eğer realizm bir bilgi felsefesi tarafından uzlaştırılırsa onun matematiksel sezginin özel bir yeteneği ile ya da matematiksel dünyanın algısı ile bir bilgi sağlaması gerekirdi. Realizm, matematiğin bir açıklaması olarak, matematiksel dillerin kuramsal bir model olarak yorumlanmasını düzenler ve genelde anlambilim kuramını geliştirir. Matematikteki yapımcılık, anlamları açıklamada daha hesapçıldır; anlambilimi geliştirirken bir yandan da doğabilim ve dilbilim ile bağlantılar kurar.
Matematik felsefesi, matematiğe getirilen felsefi açıklama, Platon ve Pyhtagoras'ların döneminden bugüne kadar gelmiş olup felsefe içinde önemli bir yere sahiptir. Matematik felsefesi kusursuz bir disiplin olmakla birlikte müthiş bir değiştirme gücüne de sahiptir. Kuhn'a göre bu değiştirme gücü "devrimcidir, köktendir, yeni bir olgunun yaratılışıdır". 19. yüzyıl sonlarında matematik felsefesinin temel sorusu 'Matematiğin temeli nedir?' şeklindeydi. Bu soruyu cevaplamak üzere geliştirilen düşün disiplinleri çağ içinde köklü değişimlere neden olurlar. Cevapların birinde temeller matematiksel mantık disiplini ile açıklanır. Bu görüş Cantor'un sonsuzlar analizinde, Frege'nin sayılar analizinde, Russel ve Whilehead'ın büyük eserleri Principia Mathematica'da netleşir. Matematik felsefesi temellerin sorgulanmasıdır. Zira birbiri ile çatışan kuramlara değer biçme, rekabetler arasında hüküm verme felsefenin işlerinden biridir. O dönemde bu hükmün aracı mantıktır.
Diğer yandan son tartışmalarda matematiğe temelci yaklaşımlardaki yetersizlikler vurgulanır. Matematiksel kuramların yapısında güçlü bir sınırlama olduğu ileri sürülür. Eğer yüzyıl önceki durum ile kıyaslanırsa doğru temellere çok yakınlaşmış olduğumuz söylenemez. Aynı temel tartışma ve itirazlar hala üst düzeyde sürdürülmekteler. Bununla birlikte yakın zamanın analizlerinde, temelciliğin aşikar sayılan anahtar varsayımlarının bugün hiç de öyle olmadığı ileri sürülmektedir. Ancak temeller üzerine yapılan tartışmalar ilk heyecanını ve gücünü yitirmiş görünüyor. Tartışmalar matematik felsefesinin gündelik kavramlarından uzaklaşıyor, el değmemiş bölgede tek başına haykıran sesin etki alanındaki tartışmanın değeri vurgulanıyor. Zaman temelcilerden sonra gelenlerindir şimdi. Matematik felsefesi ancak matematikçiler ve onun kullanıcılarının üzerinde yoğunlaştıkları konuları yeniden sorgulamaya başladıkları zaman yeniden canlanacaktır. Eğer matematiğe önyargısız bakarsak, sınırlılığın zincirlerini kırabiliriz. Temelciler tarafından ihmal edilen biçimsel olmayan ispatlar, tarihsel gelişim, matematiksel hataların olabilirliliği, matematikçiler arasındaki iletişim, matematiksel yorum ve açiklamalar, modern matematik de bilgisayarların kullanımı vb. birçok nitelikler çıkarımlarda temel etken olur. Temelciler asıl pratiği temel aldıkları için biçimsel ispatların sağlanmasında, kümeler hakkındaki keşiflerde ve diğer temel kavramlarda matematiksel etkinliği esas tutmuş, geri kalan herşeyi üst yapı olarak yorumlamışlardır.
Matematik felsefesinde tartışmaların odak noktasını oluşturan temelcilik üzerinde bilim adamları ve matematikçiler yaklaşık yüz yıl harcadılar. Öyle ki Matematiksel Mantık üzerindeki tartışmalarda da temel dört mantık okulu ortaya çıkmıştır.
1) Platoncular (Realistler - Gerçekçiler)
2) Mantıkçılar - Temelciler
3) Biçimciler - Tanımcılar (Formalistler)
4) Sezgiciler - İnşacılar - Yapımcılar
Doğrusu bu okullararası kavgalar oldukça değerlidir. Ama uzun süren tartışmalar bir döngüye tıkanıp kalınca, kimi düşün insanları bunun dışına çıkmaya yöneldiler. Lakatos'tan oldukça etkilenen R.Hersh bunu açık açık dile getirir; "Bilim adamları hala 20. yüzyılın ilk döneminde başlayan büyük temel tartışmaların etkisinden kurtulamadı gitti. Mantık okulları matematiksel çalışmalarda gerekli izi bırakmıştır. Fakat felsefi programlar için, matematiksel kuramlar için sağlam bir temel kurma girişimlerinin hepsi kendi yollarında koştular ve artık tükendiler, daha doğrusu pilleri bitti. Buna rağmen hala tam tanımlanmamış açık olan yanları var. İlginçliği ve önemi kalmamış temeller üzerine bir calışma bulduğumda felsefe ile kesinlikle ilgilenmiyorum. O yüzden de kendimi, matematiksel belirlilik-kesinlik ile doğa hakkındaki belirsizliklerimin yüzleşme olasılığını ortadan kaldırarak, onlardan mahrum ediyorum." [3]
H.Putnam ise temelci tartışmalara karşı çıkarken, yeni ürkek seslere dikkat çeker; "Çok az ürkek ama cesaretli bir iki ses temellere karşı çıkıyor ve buna ihtiyaç olmadığını söylüyor. Ve ben dikkatlerinizi bu ürkek seslere çekmek istiyorum. Matematiğin belirsizlik, temellerin de bir kriz içine düştüğünü sanmıyorum. Aslına bakarsanız matematiğin temellerinin olduğuna ya da ona ihtiyaç olduğuna inanmıyorum. Kuşkusuz çeşitli sistem yapımcılarının düşüncesi bana içsel problemlermiş gibi geliyor. Bu sistemler entellektüellik gibi ilginçtir. Sistemler üzerine yapılan araştırma ve tartışmalar kuşkusuz devam edecektir, etmelidir de. Ama ben sizi matematik felsefesinin değişik sistemlerine inandırmak istiyorum (bunu hiç süphem yok beceremeyeceğim ama yine de deneyeceğim)." [4]
Felsefeciler temelci düşünceye pek düşkündürler: 'Bilginin temeli', 'Fiziğin temeli', 'Matematiğin temeli' gibi. Temeller hakkındaki sıradan bir spekülasyon kuşkusuz akla uygunluğun yaratıcı sürecindeki bir disiplin tarafından dikkate alınmaz. Eğer bir disiplin kriz yaşıyorsa, o zaman felsefi spekülasyon özünde kuvvetlendiricidir. Ondokuzuncu yüzyıl matematikçileri böylesi bir krizi yaşarlar. Dönemin düşünürleri Euclidian olmayan geometriyi özümlemeye, geometriyi analiz ve aritmetikten ayırmaya, kalkülüsü belirli bir temele oturtmaya, sonsuzluğu özümlemeye, kümelerin genel yapısını keşfetmeye ve paradokslardan uzak durmaya calışırlar. Bu çalışmalardan elde edilen bilgi birikimi, gelişimler ve etkileşimler zengindir. Hantal olan bilgilerden arınma, karmaşıklığı basitleştirme girişimleri, bulunan sonuçların temel kavram ya da ilkelere indirgenmesi, onlara açıklık kazandırılması bugünün kuşağına devredilen en büyük mirastır. Matematiksel kavram ve ilkelere ulaşım yorucudur, kimi zaman insan bocalar, sonuca ulaşamamanın bunalımını yaşar, ama zorlu ve bilinçli çalışma kişiyi bilinç altında meşgul eden ilkeyi sonunda gün ışığına, bilinç düzeyine ulaştırır. Böylesi bir değişim döneminin ürünü Gottlob Frege temelciliğin en büyük mimarlarından biridir. Ölümünden sonra büyüklüğü anlaşılan gelmiş geçmiş büyük matematikçilerden biri olan Frege'nin temel eserleri şunlardır:
1) Begriffsschriff (1879) - Formüllerin dili ve aritmetik modelleri
2) Die Grundlogen der Arithmetik (1884) - Matematiksel mantık ve sayılar üzerine temel kavramlar
3) Grundgesetze der Arithmetik,I, II (1893) - Aritmetiğin temel kuralları
Değişken, Küme, Bağıntı, Fonksiyon ve Nicelikler gibi kavramlara mantıksal açıklık getiren Frege, onları aksiyomatik bir yapı içine oturtur. Değişkenlere tanımsız sayıların isimi gibi bakılıp, sonsuzluk fikri sonsuzluk sembolüne tıkanıp kalmış ve elemanı sembolü ile kapsam sembolü karıştırılır iken o bunlara kesinlik getirmiştir. Fregenin ölümünden sonra taraftarları (öğrencileri) ve ondan etkilenmiş olan matematikçiler, mantıkçılar, felsefeciler çok olmuştur. Çalışmaları Cantor, Dedekind, Zermelo, Peano, Russel ve Hilbert tarafından tamamlanmıştır. Matematiksel mantık disiplini ileriye götürülür. Temelci yaklaşımlar doğrudan matematiksel deneyleri etkiler, temellere teorik felsefi bir tanim kazandırılır. Frege'nin çalışmaları bir çok bilim adamını büyülerken o zamanlar genç bir öğrenci olan B.Russel, o güne kadar kimsenin bir araya basit sade bir dil ile getiremediği Fregen'nin temeller üzerine çalışmasını basıma hazırlandığı bir dönemde, kibar ve ince bir dille Frege'nin kurduğu sistemin geçersiz olduğunu yazar. Frege'nin mantıksal sonuç ve gerçek kavramlar üzerine sorgusu ile başlayan tartışma B. Russel ile daha üst bir boyuta sıçrar. Temeller üzerine gelişen bu tartışmalarda temelciler kendi içlerinde de farklı farklı düşünmeye başlar ama ortak görüş matematiğin mantıkla özdeş olduğudur.
Cantor matematiğin özünde zengin bir özgürlüğün olduğunun altını çizer. Onun vurguladığı bu özgürlük inşa etme, varsayımlar oluşturma özgürlüğüdür. Formalizm bu görüşe ayrı bir yaklaşım daha getirir; matematiğin insan zekası ürünü olduğu ve matematiksel nesnelerin sanal nitelikleri olduğunu ileri sürer. Platoncular ise matematiğin bizden bağımsızlığını varsayar ve kendine has yasaları olduğunu söylerler. Sezgiciler matematiğin insan zekası ürünü olduğu iddiası ile Platonculara karşı çıkarlar. Onlara göre ispatlanamayan bir şey doğru değildir.
Matematiksel gerçeklik ve düşünme yapısı incelendiğinde, matematiksel nesnelerin gizemli özellikleri ve bunların büyük zeka uğraşıları sonucunda ispatı göz önüne alındığında MATEMATİĞİN BİR FELSEFİ DÜŞÜNCE sistemi içine sığdırılamayacak kadar sonsuz bir zenginliğe sahip olduğu görülür. K.Popper'in üç dünyasından üçüncüsüne tekabül eden matematiği gelin birlikte inceliyelim.

MATEMATİĞİN TEMELLERİ ÜZERİNE UYUŞMAZLIK YÜZYILI*


Evet, bazı çılgınca şeylerden bahsedeceğim. Genel kanı fikirlerin bazen çok güçlü olduğudur. Bir kavram, felsefî bir kavram olarak bilgisayar hakkında bir kuramdan bahsedeceğim.

Hepimiz biliyoruz ki bilgisayar gerçek dünyada çok kullanışlı bir nesnedir! Maaşlarımızı öder, öyle değil mi? Fakat insanların çoğu zaman hatırlamadığı şey, —abartmış olacağım, lakin söyleyeceğim— bilgisayarın gerçekte matematiğin temelleri ile ilgili felsefî bir sorunu aydınlatmak için icat edilmiş olduğudur.

Şimdi, bu fikir saçma gibi görünüyor, ancak bunun doğru tarafları var. Aslında, bilgisayara, bilgisayar teknolojisine yol açan bir çok fikir silsilesi vardır. Bu fikirler, matematiksel mantık ile matematiğin sınırları ve gücü hakkındaki felsefi sorunlardan türemiştir.

Bu tür sorunlardan ilham alan, oyuncak bir bilgisayarın matematiksel bir modeli olan Turing makinesini icad etmiş olan bilgisayar öncüsü Turing’dir. Turing bu makineyi Hilbert’in matematik felsefesi ile ilgili bir sorusunu çözmeye çalışırken icat etmiştir. Turing, bunu herhangi gerçek bir bilgisayar henüz icat edilmeden önce yaptı ve sonra da sahiden bilgisayar yapmaya koyuldu. İngiltere’deki ilk bilgisayarlar Turing tarafından yapıldı.

Buna ilaveten, Birleşik Devletlerde bir teknoloji olarak bilgisayarların icadını, (maalesef savaş çalışmalarının ve atom bombası inşa etme çalışmalarının bir parçası olarak) üretilmesini teşvik etmede faydalı olan von Neumann, Turing’in çalışmalarını çok iyi biliyordu. Ben Turing’i, Turing’in çalışmalarının öneminden bahseden von Neumann’ı okuyarak öğrendim.

Demek ki benim bilgisayarların kökeni hakkında söylediklerim tümüyle bir uydurma değildir. Lâkin bu mevzu entelektüel tarihin unutulmuş bir parçasıdır. Bu konuşmanın bitiş yargısı ile başlayayım: Bunların çoğu bir bakıma Hilbert’in çalışmalarından türemiştir. Bu yüzyılın başlarında çok iyi bilinen bir Alman matematikçi olan Hilbert, matematiğin tümünü, bütün matematiksel akıl yürütmeleri—sonuç çıkarmaları— biçimselleştirmeyi önerdi. Ve Hilbert’in bu önerisi çok büyük, görkemli bir fiyaskodur!

Bir bakıma, bu büyük bir başarısızlıktır. Çünkü, matematiksel akıl yürütmenin biçimselleştirilemeyeceği açığa çıkmıştır. Bu, benim bugün üzerinde konuşacağım, 1931’de Gödel tarafından yapılan çalışmanın meşhur bir sonucudur.

Fakat bir başka yönden, Hilbert gerçekten haklıydı, çünkü biçimcilik (formalizm) bu yüzyılın en büyük başarısı olmuştur. Akıl yürütme veya mantıksal çıkarım için değil de, programlama ve hesaplamada biçimcilik son derece başarılı olmuştur. Eğer bu yüzyılın başındaki mantıkçıların çalışmalarına bakarsanız, onlar akıl yürütme, mantıksal çıkarım ile matematik yapma ve sembolik mantık için biçimsel diller üzerine konuşuyorlardı, bununla beraber onlar aynı zamanda programlama dillerinin ilk versiyonlarından bazılarını da icat etmişlerdi. Dahası bu programa dilleri, bizim her zaman birlikte yaşadığımız ve beraber çalıştığımız biçimciliklerdir! Bunlar çok önemli teknolojilerdir.

Böylece, akıl yürütmek için biçimcilik işlemedi. Matematikçiler biçimsel diller içinde akıl yürütmezler. Fakat hesaplama, programlama dilleri için biçimcilik, kökü bu yüzyılın başında Hilbert’e dayanan, matematik ile ilgili epistemolojik, felsefi soruları açıklamaya çalışan biçimci görüş içinde bir bakıma doğrudur.

Şimdi size şaşırtıcı bir sonucu olan bu öyküyü anlatıp, entelektüel tarihin bu şaşırtıcı parçasından bahsedeceğim.

Küme Kuramında Kriz

Müsaadenizle yaklaşık bir yüzyıl öncesine gidip, Cantor ile başlayalım...
Georg Cantor

Mesele şudur: normalde matematiğin statik, değişmeyen, mükemmel, mutlak doğru, mutlak gerçek vs. olduğunu düşünürsünüz, değil mi? Fizik değişken olabilir, fakat matematikte nesneler kesindir! Halbuki durumun tam olarak böyle olmadığı açığa çıktı.

Geçen yüzyılda matematiğin temelleri, matematiğin nasıl yapılması gerektiği, neyin doğru olup olmadığı, matematikte geçerli bir ispatın ne olduğu gibi konular üzerine bir çok uyuşmazlık yaşandı. Bunun üzerine neredeyse kan akıtılıyordu... İnsanların korkunç kavgaları oldu ve bu öykü akıl hastanesinde son buldu. Bu, oldukça önemli bir uyuşmazlıktı. Bu uyuşmazlık çok iyi bilinmiyor, ama bunun entelektüel tarihimizin ilginç bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Bir çok insan görelilik kuramı hakkındaki uyuşmazlıktan haberdardır. Einstein başta çok tartışıldı. Ve sonra kuantum mekaniği üzerine olan uyuşmazlık... Bunlar, yüzyıl fiziğinin iki önemli devrimidir. Fakat daha az bilinen şey, pür (katıksız) matematikte de müthiş devrimlerin ve uyuşmazlıkların olduğudur. Bu, gerçekte Cantor ile başladı.

Cantor’un yaptığı şey bir sonsuz kümeler kuramı icat etmekti.
Sonsuz Kümeler

Cantor bunu yaklaşık yüzyıl önce icat etti; hatta, yüzyıldan biraz daha uzun bir süre öncedir. Bu kuram çok büyük bir devrim niteliğinde olup, aşırı derecede maceralı bir iştir. Niçin böyle olduğunu açıklayayım.

Cantor şöyle dedi; 1, 2, 3 ...’u ele alalım.

1, 2, 3, ...

Hepimiz bu sayıları görmüşüzdür, değil mi? Cantor, bu dizinin ardına sonsuz bir sayı eklemeyi teklif etti.

1, 2, 3, ... omega

Cantor, bu sayıyı da Yunan alfabesindeki küçük omega(w) ile gösterdi. Sonra da, niye burada duralım, yolumuza devam edip sayı serisini genişletelim önerisinde bulundu.

1, 2, 3, ... omega, omega+1, omega+2, ...

Omega artı bir, omega artı iki, sonra sonsuz miktarda bir zaman bu işleme devam edin. Bundan sonra ne ekleyeceksiniz? Peki, iki omega ? (Aslında, teknik nedenlerden ötürü omega çarpı ikidir.)

1, 2, 3, ... omega ... 2omega

Sonra iki omega artı bir, iki omega artı iki, iki omega artı üç, iki omega artı dört...

1, 2, 3, ... 2omega, 2omega+1, 2omega+2, 2omega+3, 2omega+4, ...

Sonra, ne gelir? Üç omega, dört omega, beş omega, altı omega, …

1, 2, 3, ... 3omega ... 4omega ... 5omega ... 6omega ...

Peki, bütün bunlardan sonra ne gelecek? Omega’nın karesi! Ve böylece devam edin, Omega kare artı bir, omega kare artı altı omega artı sekiz... Pekala, uzun bir süre bu şekilde devam edin ve omega kareden sonra gelen ilginç şey? Omega’nın küpü! Ve sonra siz omega’nın dördüncü kuvvetini sonra beşinci kuvvetini elde edersiniz ve çok sonra?

1, 2, 3, ... omega ... omega2 ... omega3 ... omega4 ... omega5

Omega üzeri omega!

1, 2, 3, ... omega ... omega2 ... omegaomega

Ve çok sonra, omega üzeri omega üzeri omega sonsuz kere!

1, 2, 3, ... omega ... omega2 ... omegaomega ...

Buna genellikle epsilon-sıfır denildiğini zannediyorum.

epsilon0 =

İnsanı hayrete düşürecek hoş bir sayı! Bu noktadan sonra işler biraz zorlaşıyor...

Bu, Cantor’un asıl hüneri olan sonsuz kümelerin boyutunu ölçmek için yaptığı ısınma turu niteliğinde harikulade hayali ve üretici bir şeydi dahası bu, çok aşırı tepkiler aldı. Cantor’un yaptığı şeyi bazıları sevdi, bazıları ise onun bir akıl hastanesine konulması gerektiğini düşündü! Gerçekten de bu eleştirilerden sonra Cantor’da sinir bozukluğu (nevrasteni) başladı. Cantor’un çalışmaları, çok etkili olup nokta-küme topolojisi ve yirminci yüzyıl matematiğinin diğer soyut alanlarına zemin açtı. Fakat çalışmaları, aynı zamanda tartışmalıydı. Bazıları, bunun, gerçek değil hayali bir dünya olduğunu, ciddi matematikle bir alakası olmayıp teoloji olduğunu söylediler! Dahası, Cantor asla iyi bir mevki elde edemedi ve hayatının geri kalanını da ikinci sınıf bir enstitüde harcadı.

Bertrand Russell’ın Mantıksal Paradoksları

Sonra işler, çocukluk kahramanlarımdan olan Bertrand Russell’dan dolayı daha da kötüleşti.

Bertrand Russell

İngiliz bir filozof olan Bertrand Russell, güzel ve kendine has denemeler yazmış ve zannediyorum ki bu harika denemelerden dolayı Nobel edebiyat ödülünü almıştır. Matematikçi olarak başlayan Bertrand Russell, yozlaşarak önce filozof sonra hümanist olmuş ve hızlıca baş aşağı gitmiştir![Gülüşmeler] Neyse, Bertrand Russell, önce Cantor kuramında, sonra mantığın kendisinde rahatsız edici bir paradoks demeti keşfetmiştir. Bunlar öyle durumlardır ki, orada akıl yürütmeler doğru gözükürken aynı zamanda çelişki doğurmuşlardır.

Ve öyle zannediyorum ki Bertrand Russell, bunun ciddi bir kriz olduğu ve bu çelişkilerin bir şekilde çözülmesi gerektiği düşüncesinin yayılmasında çok etkili olmuştur. Russell’ın keşfettiği paradokslar çok dikkat çekti, asıl garip olan ise, onlardan sadece bir tanesinin Russell adıyla son bulmasıdır! Bu paradokslardan bir tanesi de Burali-Forti paradoksu diye adlandırılır. Çünkü Russell bu paradoksu yayınladığında bir dipnotta, Burali-Forti’nin makalesinden fikir aldığını belirtmişti. Halbuki, Burali-Forti’nin makalesine bakarsanız öyle bir paradoks göremezsiniz!

Fakat öyle zannediyorum ki, bazı şeylerin ciddi şekilde yanlış olduğu Danimarka’da bazı şeylerin çürümüş olduğu[1], muhakemelerin iflas ettiği ve bu hususta derhal bir şeyler yapılması gerektiğinin fark edilmesi temelde Russell’a dayanır. Meksikalı bir matematik tarihçisi olan Alejandro Garciadiego, Bertrand Russell’ın matematikte bilinenden çok daha büyük bir rol oynadığını dile getiren bir kitap yazdı: Russell, sadece kendi adını taşıyan Russell paradoksunu değil, aynı zamanda adını taşımayan Burali-Forti ve Berry paradokslarını formüle etmede kilit bir rol oynamıştır. Russell, herkese bu paradoksların önemli olduğunu ve bunların çocukça kelime-oyunları olmadığını anlatmıştır.

Herneyse, bu paradokslardan en çok bilineni bugünlerde Russell paradoksu olarak anılanıdır. Kendi kendisinin elemanı olmayan bütün kümelerin kümesini düşünün. Ve sonra şunu sorun, “Bu küme, kendisinin bir elemanı mıdır yoksa değil midir?”. Eğer kendisinin bir elemanı ise, o halde kendisinin elemanı olmamalıdır, ve tersi! Bu paradoks, küçük ve uzak bir kasabada kendisini tıraş etmeyen adamları tıraş eden bir berberin durumuna benzer. Paradoks,  “Berber kendi kendini tıraş eder mi?” sorusunu sorana kadar çok mantıklı görünüyor. Berber, kendi kendini tıraş eder ancak ve ancak kendi kendini tıraş etmez. Böylece berber, bu kuralı kendine uygulayamaz!

            Şöyle diyebilirsiniz, “Bu berberden kime ne!”. Bu, her halükarda aptalca bir kuraldır ve her kuralın istisnası vardır! Fakat bir küme ile, matematiksel bir kavram ile ilgileniyorsanız bu sorunu halletmek o kadar da kolay değildir. O halde, doğru görünen akıl yürütmeler sizi zora sokuyorsa öyle kolay omuz silkemezsiniz!

            Sırası gelmişken, Russell paradoksu, aslında antik Yunanlılarca bilinen ve bazı filozoflar tarafından Epimenides paradoksu olarak anılan bir paradoksun küme-kuramcı yansımasıdır. Bu,  yalancı paradoksudur: “Bu cümle yanlıştır!” “Şimdi söylediğim şey bir yanlış, bir yalandır.” Pekala, bu cümlenin kendisi yanlış mı? Eğer yanlış ise, eğer bir şey yanlış ise, o şeyin doğrulukla bir alakası yoktur. Öyleyse eğer ben bu cümlenin yanlış olduğunu söylüyorsam bu onun yanlış olmadığı manasına gelir—bu da onun doğru olduğu manasına gelir. Fakat eğer bu doğru ise ve ben onun yanlış olduğunu söylüyorsam, o halde onun yanlış olması gerekir! Gördüğünüz gibi, her halükarda başınız belada!

Sonuçta tam bir mantıksal doğruluk değeri elde edemezsiniz, her şey takla atar. O ne doğrudur ne de yanlıştır. Ve siz bunları dikkate almayıp bunların sadece anlamsız kelime oyunları olduklarını, ciddiyetten yoksun olduklarını söyleyerek bunları defedebilirsiniz. Oysa Kurt Gödel daha sonra çalışmalarını bu paradokslara dayayarak çok farklı bir görüş ileri sürdü.
Gödel, Bertrand Russell’ın hayret verici bir keşif yaptığını söyler; bizim mantıksal sezgilerimiz veya matematiksel sezgilerimiz kendi kendileriyle çelişir, birbiriyle uyuşturulamaz! Gödel, Russell’ın söylediklerinin büyük bir şaka olduğunu düşünmek yerine Russell’ı çok ciddiye aldı.

Şimdi David Hilbert’e geçip onun, Cantor’un küme kuramı ve Russell’ın paradokslarının neden olduğu krizin üstesinden gelecek kurtarma planından bahsedeceğim.
David Hilbert Biçimsel Aksiyomatik Kuramlarla [Matematiği] Kurtarma Yolunda

Cantor’un sonsuz kümeler kuramının ateşlendirdiği krize tepkilerden biri biçimciliğe sığınmak olmuştur. Eğer kusursuz görünen akıl yürütmeler sonucunda sıkıntıya düşüyorsak, o halde çözüm, sembolik mantığı kullanmaktır. Yapay bir dil oluşturarak o dilin içinde çok dikkatli olup, oyunun kuralları neyse onu söyleyerek çelişkilere düşmediğimizden emin olabiliriz. Çünkü, burada kusursuz görünen bir parça akıl yürütme var ki bu çelişkilere yol açmaktadır. İşte biz bu sorunun üstesinden gelmek istiyoruz. Fakat, doğal dil muğlaktır—bir zamirin kime işaret ettiğini asla bilemezsiniz. Bundan dolayı, gelin bir yapay dil oluşturalım ve her şeyi çok net kılalım ve bütün çelişkilerinden kurtulduğumuza emin olalım! Bu biçimcilik düşüncesiydi.
Biçimcilik

Şimdi ben, Hilbert’in matematikçilerin böyle mükemmel bir yapay dil içinde çalışmak zorunda olduklarını kastettiğini zannetmiyorum. Bu yapay dil daha çok bir programlama diline benzeyecektir fakat amaç hesap yapmak değil; akıl yürütmek, matematik yapmak ve çıkarım yapmaktır. Bu Hilbert’in düşüncesidir. Fakat Hilbet, düşüncesini hiçbir zaman bu şekilde ifade etmedi. Çünkü, o zaman programlama dilleri yoktu.

Peki, buradaki düşünceler nelerdir? Her şeyden önce, Hilbert aksiyomatik yöntemin  önemini vurguladı.
Aksiyomatik Yöntem

Bu şekilde matematik yapma fikri, antik Yunanlılara kadar ve özellikle güzel ve açık bir matematiksel sistem olan Öklit geometrisine kadar dayanır. Lâkin, bu yeterli değildir; Hilbert aynı zamanda sembolik mantığı kullanmamız gerektiğini söylüyordu.
Sembolik Mantık

Sembolik mantığın da uzun bir geçmişi vardır: Leibniz, Boole, Frege, Peano... Bu matematikçiler akıl yürütmeyi cebire benzetmek istediler. İşte Leibniz: Kimin haklı olduğunu tartışma yerine hesaplama ile münakaşadan kaçınmayı önerdi—ve münakaşadan kastı muhtemelen siyasi ve dini münakaşalardı-! Kavga yerine masaya oturabilmeli ve “Beyler, buyurun hesaplayalım..” demelisiniz diyordu. Ne güzel bir düş!...

Dolayısıyla fikir şudur: matematiksel mantık aritmetik gibi belirsizlik ve yorum soruları olmaksızın, sonuç içinden çıkarılabilir olmalıdır. Sembolik bir dil ile yapay bir matematik dili kullanarak kusursuz rigor [titiz, kesin, kati, katı, sert Ç.N.] bir sonuca ulaşabilmelisiniz. Matematikte ‘rigor’ kelimesinin “rigor mortis”[2] şeklinde kullanıldığını duydunuz mu? [Gülüşmeler] Buradaki katılık, o katılık değildir. Fakat fikir şudur; bir önerme ya tamamıyla doğrudur ya da tamamıyla saçmadır, ikisinin arasında bir şey yoktur. Biçimsel aksiyomatik sistem içerisinde formüle edilen bir ispat mutlak olarak açık ve tamamıyla pürüzsüz olmalıdır!

Başka bir deyişle Hilbert, oyunun kuralları, tanımlar, temel kavramlar, gramer ve dil—oyunun bütün kuralları—konusunda tamamıyla net olmalıyız ki matematiğin nasıl yapılacağı üzerinde uzlaşabilelim diyordu. Pratikte, bu tür bir biçimsel aksiyomatik sistemi kullanmak çok zahmetli bir iş olacaktır, fakat bu sistem felsefi olarak önemlidir. Çünkü böylece matematiksel akıl yürütmenin herhangi bir parçasının bütün sorularının doğruluğu bir defada çözülecektir.

Tamam mı? Öyleyse Hilbert’in fikri oldukça açıktır. Hilbert sadece matematikteki aksiyomatik ve biçimci geleneği takip ediyordu. Biçimcilik içindeki, formül kullanmadaki, hesaplamadaki haliyle biçim! O yolun tamamını gitmek ve matematiğin tümünü biçimselleştirmek istiyordu; bu yeterince makul bir plana benziyordu. Hilbert devrimci değil, muhafazakar biriydi... İşin ilginç tarafı, daha önce belirttiğim gibi; Hilbert’in kurtarma planının işleyemeyeceği ve başarılamayacağı dahası bu planı işler kılmanın imkansız olduğu açığa çıktı!

Hilbert, sadece bütün matematik geleneğini şu noktaya kadar takip ediyordu: Aksiyomatik metot, sembolik mantık, biçimcilik... Hilbert, tamamen net olma ile bütünüyle biçimsel bir aksiyomatik sistem oluşturmayı, yapay bir dil üreterek de paradokslardan kaçınmayı hedefledi. Bunlar paradoksları imkansız kılacak, paradoksları yasaklayacaktı! Buna ek olarak, çoğu matematikçi muhtemelen Hilbert’in haklı olduğunu, bunun elbette yapılabileceğini düşündü—bu ise matematikteki şeylerin mutlak net olduğu, siyah veya beyaz olduğu, doğru veya yanlış olduğu düşüncesidir.

Öyleyse Hilbert’in düşüncesi, matematiğin bütünüyle neyle alakalı olduğuna ilişkin mutedil düşüncenin uç ve abartılmış bir versiyonudur: Oyunun kurallarının tümünü bir kez ve tamamıyla belirleyip üzerinde anlaşabiliriz. Bunun yapılamayacağının açığa çıkması büyük bir sürprizdir. Hilbert’in yanıldığı açığa çıkmıştır, ama o çok verimli bir yolda yanılmıştır. Çünkü Hilbert çok güzel bir soru sormuştu. Aslında, bu soruyu sormakla gerçekten de metamatematik denilen, matematiğin tümüyle yeni bir alanını kurmuş oluyordu.

Matematiğin kendi içine döndüğü, kendi kendini araştırdığı bir alan olan metamatematikte, matematiğin neyi başarabileceğini veya neyi başaramayacağını araştırırsınız.
Metamatematik nedir?

Bu benim alanım—metamatematik! Metamatematikte, matematiğe yukarıdan bakarsınız ve matematiksel akıl yürütmeyi, matematiksel akıl yürütmenin neyi başarıp başaramayacağını tartışmak için kullanırsınız. Temel düşünce: à la Hilbert (Hilbert tarzı) matematiği bir kez yapay bir dil içine gömüp, tümüyle biçimsel bir aksiyomatik sistem kurarak matematiğin herhangi bir manası olduğunu unutabilirsiniz. O zaman matematiğe, sadece kağıt üzerine işaretler koyarak oynadığınız aksiyomlardan teorem çıkarmanıza yarayan bir oyun gözüyle bakabilirsiniz!

Bu matematiksel akıl yürütme oyununun manasını unutabilirsiniz. O sadece sembollerle birleştirme oyunudur! Belli kurallar vardır ve siz bu kuralları çalışıp bu kuralların herhangi bir manası olduğunu unutabilirsiniz!

Biçimsel bir aksiyomatik sistemi inceleyip yukarıdan, dışarıdan baktığınızda neyi araştırırsınız? Ne tür sorular sorarsınız?

Pekala sorabileceğiniz bir soru şudur: “0 eşittir 1”i ispatlayabilir misiniz?

0=1 ?

Neyse ki yapamazsınız, fakat bundan nasıl emin olacaksınız? Emin olmak zordur!

Ve herhangi bir A sorusu için, A’nın doğrulanması için, durumun doğru olup olmadığını, A’yı veya A’nın karşıtını (A’nın değilini) ispatlamanın mümkün olup olmadığını sorabilirsiniz.

A ?       ¬A?

Buna bütünlük denir.
Bütünlük

Herhangi bir A sorusunu, ya onun doğruluğunu (A)  ispatlayaraktan  ya da onun yanlışını (¬A) ispatlayaraktan çözebiliyorsanız, böyle bir biçimsel aksiyomatik sisteme bütün denir. Güzel bir şey olmalı! Başka ilginç bir soru da şudur: bir önermeyi (A) ispatlayabiliyorsanız ve bunun tersini (¬A) de ispatlayabiliyorsanız, buna tutarsızlık denir dahası eğer bu gerçekleşirse, durum çok fena! Tutarlılık, tutarsızlıktan çok iyidir!
Tutarlılık

Öyleyse Hilbert’in düşüncesi, matematik içinde konusu matematiğin kendisi olan, yeni bir alan oluşturmaktı. Fakat bunu, tamamıyla biçimsel bir aksiyomatik sistem olmadan yapamazsınız. Çünkü  herhangi bir “anlam” matematiksel bir akıl yürütmeye içkin olduğu müddetçe bu matematiksel akıl yürütme tümüyle öznel olacaktır. Matematik yapmamızın nedeni elbetteki onun anlamlara sahip olmasıdır, değil mi? Fakat eğer matematiksel yöntemleri kullanarak matematiği ve matematiğin gücünü araştırmak istiyorsanız, anlamı “billurlaştırmak” için onu “kurutma”lı, kesin kurallar ile birlikte onu, yapay bir dil ile baş başa bırakmalısınız. Gerçekten de bu yapay dil, öyle bir dil olmalı ki mekanik bir ispat-kontrol algoritmasına sahip olsun.
İspat-Kontrol Algoritması

Hilbert’in sahip olduğu kilit düşünce, bu mükemmel kurutulmuş veya billurlaşmış aksiyomatik sistemi bütün matematik için tasavvur etmesiydi. Hilbert’in düşündüğü bu sistemde kurallar o kadar kati olacaktı ki, eğer herhangi bir matematikçi bir ispata sahip ise orada mekanik bir hakem, bir prosedür olacak ve “Bu ispat kurallara uyar” veya “Bu ispat yanlıştır, kurallara aykırıdır” diyebilecektir. İşte bu, anlama veya öznel anlamalara bağlı olmayan ve tamamıyla objektif matematiksel gerçekliği elde etmenin yolu, onu tamamıyla hesaplamaya indirgemektir. Bazıları “Bu bir ispattır” diye iddia ettikleri makaleyi, doğruluğuna karar vermesi iki yıl süren beşer bir hakeme sunmak yerine, bir makineye verebilir. Makine en sonunda; “Bu kurallara uyar” veya “4. satırda bir yazım yanlışı vardır” veya “3. satırın sonucu olduğu zannedilen 4. satırdaki şeyler, aslında sonuç değildirler” der. Ayrıca, bu nihai bir karar olacaktır, temyize gitmek yok!

Ana fikir, gerçekte matematiğin bu şekilde yapılması gerektiği değildir. Ben bunun bir iftira ve yanlış bir suçlama olduğunu düşünüyorum. Hilbert’in gerçekten matematikçileri makinelere dönüştürmek istediğini zannetmiyorum. Fakat Hilbert’in düşüncesi şöyleydi: Eğer matematiği alır ve bu şekilde işleyebilirseniz, matematiği matematiğin gücünü araştırmak için kullanabilirsiniz. Hilbert’in bulduğu bu çözüm önemli ve yeni bir şeydi. Hilbert, bunu  matematiğin geleneksel görüşünü yeniden doğrulamak, kendini haklı çıkarmak için istemekteydi...

Hilbert bir aksiyomlar kümesine ve bu biçimsel dile sahip olmayı önerdi. Bu biçimsel sistem, hepimizin üzerinde anlaşabileceği ve bütün matematiksel akıl yürütmeleri içerecek mükemmel bir sistem olacaktı! Bundan sonra oyunun bütün kurallarını bileceğiz. Hilbert, bu biçimsel aksiyomatik sistemin iyi olduğunu—yani tutarlı ve bütün olduğunu— göstermek ve insanlara bunu kabul ettirmek için sadece metamatematiği kullanmak istiyordu. Böylece felsefi sorunlar için “Bir ispat ne zaman doğrudur?” ve “Matematiksel gerçeklik nedir?” soruları bir defada çözümlenecekti. Bunun gibi, herkes matematiksel bir ispatın doğru olup olmadığı konusunda anlaşabilecekti. Ve gerçekten de biz bunun objektif bir şey olduğunu düşünüyorduk.

Başka bir deyişle, Hilbert yalnızca diyordu ki; eğer matematik gerçekten nesnel ise ve öznel elemanlar yok ise, matematiksel bir ispat ya doğru ya da yanlış ise, o durumda orada bunu belirlemek için kesin kurallar olmalı ve siz bütün detayları doldurduysanız yoruma bağlı olmamalıdır. Bütün detayları doldurmanız önemlidir—bu matematiksel mantığın görüşüdür; matematiksel akıl yürütmeleri hayale yer kalmayacak, hiçbir şey dışarıda kalmayacak şekilde  çok küçük basamaklara “atomize” etme düşüncesi! Eğer hiçbir şey dışarıda kalmadıysa, bir ispat otomatik olarak kontrol edilebilir. Bu gerçekte sembolik mantığın ta kendisi ve Hilbert’in düşüncesidir.

Hilbert gerçekten de bunun yapabileceğine inanıyordu. Böylelikle Hilbert bütün matematiği biçimselleştirecek ve hepimiz de bu biçimselliğin oyunun kuralları olduğunu kabul edecektik. O zaman matematiksel gerçekliğin çok çeşitleri değil yalnızca bir versiyonu olacaktı. Bir Alman matematiğine, bir Fransız matematiğine, bir İsveç matematiğine ve bir Amerikan matematiğine sahip olmak istemiyoruz. Hayır, biz evrensel bir matematik, matematiksel gerçeklik için evrensel bir kriter istiyoruz! O zaman herhangi bir ülkedeki bir matematikçi tarafından yazılan bir makale başka ülkelerdeki matematikçiler tarafından anlaşılabilir. Mantıklı gelmiyor mu?! Neticede, 1931’de Kurt Gödel bunun tamamen mantıksız olduğunu, asla yapılamayacağını gösterdiği zaman, bunun ne kadar şok edici olduğunu hayal edebilirsiniz!

Kurt Gödel Eksikliği Keşfeder (1931)

Gödel bunu Viyana’da yaptı. Fakat öyle zannediyorum ki, Gödel, şimdiki Çek Cumhuriyetinin Brünn veya Brno şehrinden. O zamanlar Brünn, Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bir parçasıydı. Gödel, daha sonra Princeton’daki İleri Araştırmalar Enstitüsündeydi. Ben birkaç hafta önce Gödel’in Princeton’daki mezarını ziyaret ettim. Gödel’in evinin şimdiki sahibi, beni evini incelerken görünce [Gülüşmeler] polisi aramak yerine, beni evini ziyaret etmem için davet edecek kadar nazik biri! Onlar, bazı insanların tarihsel nedenlerden ötürü ilgilendikleri bir evin içinde olduklarını biliyorlar.

Peki öyleyse Kurt Gödel ne yaptı? Evet, Gödel matematiğin ne ile alakalı olduğu hakkındaki bu görüşü aşağı yukarı çürüttü. Gödel, meşhur sonucuna ulaştı: “Gödel’in eksiklik teoremi”.
Eksiklik

Gödel’in ulaştığı sonucu, Gödel’in orijinal yoluyla açıklayan sevimli bir kitap var. Gödel’in İspatı diye adlandırılan bu kitap, Nagel ve Newman tarafından yazılmıştır. Bu kitabı çocukken okumuştum, kırk yıl geçti kitap hâlâ satılmakta!

Gödel’in bu şaşırtıcı sonucu nedir? Gödel’in umulmadık keşfi, Hilbert’in yanıldığı, biçimciliğin yapılamayacağıdır. Yani, içinde bir şeyin doğru olup olmadığını duru ve açık kılacak, bütün matematiksel gerçekliği kapsayacak, bir kurallar kümesi üzerine anlaşıp matematiğin tümü için biçimsel bir aksiyomatik sisteme sahip olacak hiçbir yol yoktur!

Daha net bir ifadeyle, Gödel’in keşfettiği şey şuydu; sadece temel aritmetik ile, 0, 1, 2, 3, 4... ile ve toplama ve çarpma ile ilgilenin – bu “temel sayı kuramı” veya “aritmetik”tir— ve bunun için sadece bir aksiyomlar kümesini elde etmeye çalışın —bildik aksiyomlar Peano aritmetik diye adlandırılır—, bu durumda bile başaramazsınız! Toplama, çarpma, ve 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10… hakkındaki bütün gerçeği ve sadece gerçeği elde etmeye çalışan herhangi bir aksiyomlar kümesi eksik olmaya mahkumdur. Daha net bir ifadeyle, bu aksiyomatik sistem ya tutarsız olacak veya eksik olacaktır. Dolayısıyla, eğer siz bir aksiyomatik sistemin yalnızca doğruyu söylediğini kabul ederseniz, o zaman bu sistem size bütün doğruları söylemeyecektir. Toplama, çarpma ve 0, 1, 2, 3, 4… hakkındaki bütün doğruları elde etmenin hiç bir yolu yoktur! Özelde, eğer aksiyomların sizin yanlış teoremler ispatlamanıza izin vermediğini kabul ederseniz, bu durumda aksiyomatik sistem eksik olacaktır yani bu aksiyomlardan çıkan fakat ispatlayamayacağınız doğru teoremler olacaktır!

Bu kesinlikle harap edici bir sonuçtur ve bütün matematik felsefesi geleneği yere serilmiştir! Bu sonuç o zaman kesinlikle yıkıcı olarak düşünüldü. Fakat, belki siz 1931’de, hakkında endişelenilecek başka birkaç problemin olduğuna dikkat ettiniz. Avrupa’nın içinde bulunduğu durum kötüydü. Önemli bir ekonomik kriz vardı ve bir savaş tertipleniyordu. Bütün problemlerin matematiksel olmadığına katılıyorum! Yaşamda epistemolojiden çok daha başka şeyler de vardır! Fakat, merak etmeye başladınız. Pekala, eğer matematiğin geleneksel görüşü doğru değilse, o zaman doğru olan ne? Gödel’in eksiklik teoremi şaşırtıcıydı ve aynı zamanda korkunç bir şoktu.

Gödel bunu nasıl başardı? Evet, Gödel’in ispatı çok zekicedir. Nerdeyse çılgınca bir şeye benzeyen ispat, oldukça paradoksaldır. Gödel yalancı paradoksu ile başlar (“Ben yanlışım!”) ki bu ne doğru ne de yanlıştır.

“Bu cümle yanlıştır!”

Dahası, Gödel’in yaptığı şey kendi kendine “Ben ispatlanamam!” diyen bir cümle üretmektir.

“Bu cümle ispatlanamaz!”

Eğer siz temel sayı kuramında, aritmetikte, böyle bir cümle yazabilirseniz- ispatlanamaz olduğunu ifade eden matematiksel bir cümleyi nasıl yaparsınız bilmiyorum, bunu yapabilmeniz için çok zeki olmanız gerekir -fakat eğer bunu başarabilirseniz, bir çıkmazda olduğunuzu görmek kolaydır. Sadece üzerinde biraz düşünün. Başınızın belâda olduğunu görmeniz kolaydır. Çünkü eğer ispatlanabilirse, cümle yanlıştır, değil mi? O halde siz çıkmazdasınız, siz yanlış sonuçları ispatlamaktasınız. Dahası eğer cümle ispatlanamazsa ve ispatlanamaz olduğunu söylüyorsa, bu durumda o cümle doğrudur, ve matematik eksiktir (tamamlanamazdır). Dolayısıyla her halükarda başınız beladadır! Hem de büyük bir belada!

Gödel’in orijinal ispatı çok çok zekicedir ve anlaşılması güçtür. İçinde yığınla karmaşık teknik detay vardır. Fakat eğer onun orijinal makalesine bakarsanız, bana öyle geliyor ki, içinde çok sayıda LISP[3] programlaması var veya en azından LISP programlamasına bayağı benzeyen bir şeyler var. Neyse, şimdi biz onu LISP programlaması diye adlandıracağız. Gödel’in ispatı çok fazla sayıda yinelenen fonksiyon içerir ve bu fonksiyonlar listelerle ilgilenen fonksiyonlardır ki bunlar LISP’in tam olarak ne olduğudur. O halde, 1931’de programlama dilleri olmasa bile, olayın gerçekleşmesinden programlama dilinin önemini kavramanın etkisiyle Gödel’in orijinal makalesinde açıkça bir programlama dili görürüz. Ve bu programlama diline bildiğim en yakın programlama dili LISP’dir, katıksız LISP’dir, yeterince ilginç olarak yan etkileri olmayan LISP’dir. Ki bu LISP’in kalbidir.

 Neticede, bu çok çok etkileyici bir sonuçtu ve insanlar gerçekte bunun ne anlama geldiğini bilmiyorlardı.

Şimdi ileriye dönük ikinci önemli adım Alan Turing tarafından yalnızca beş yıl sonra, 1936’da meydana geliyordu.
Alan Turing Hesaplanamazlığı keşfeder (1936)

Turing’in bütün bu sorunlara yaklaşımı Gödel’inkinden tamamen farklı ve daha derindir; çünkü Turing onu klozetten çıkarmıştır! [Gülüşmeler] Onun klozetten çıkardığı şey bilgisayardı! Bilgisayar Gödel’in makalesinde zımnidir. Fakat gerçekte bu, sıradan bir faniye görünür değildir, sadece o zaman değil, ancak ehemmiyetini fark ettikten sonra geriye dönük bakışlarla görülebilir. Dahası Turing gerçekte onu açığa çıkarmıştır.

Hilbert bir ispatın kurallara uygun olup olmadığına karar verecek “mekanik bir prosedür” olması gerektiğinden bahsetmişti. Ancak Hilbert mekanik bir prosedür ile ne kastettiğini hiçbir zaman netleştirmedi, bu tez kelimelerle sınırlı kaldı. Fakat Turing aslında kastedilen şeyin bir makine olduğunu söyledi, ve bir çeşit makine ki biz şimdi buna bir Turing makinesi diyoruz—fakat Turing’in orijinal makalesinde bu şekilde adlandırılmamaktaydı. Doğrusu, Turing’in makalesi, aynen Gödel&rs